12 Eylül 2012 Çarşamba

Dünya'nın içindeki başka gezegenler: Bromo Yanardağı



Endonezya'da günler, saatler, aylar tamamen birbirine girdi. Sanıyorum Bromo'ya doğru Yogyakarta'dan yola temmuz başlarında çıktık. Zaman yollarda geçtiğinden, aslında hiç sevmesekte, devamlı araç değiştirmeyelim, kolay olsun diye turist pikaplarından birinde kendimize yer ayırttık ve gecelik konaklama ile ertesi gün Bali'ye ulaşım dahil bir tur ayarladık. Ardian'a göre, kendi başımıza gitsek daha pahalıya gelecek bu yol için ödememiz istenilen fiyatın ucuz olduğunu duymak biraz rahatlattı bizi. Normalde tüm harcamalarımızı not ediyoruz ama Endonezya'da tamamen dağıldık, fiyat bilgisi veremeyeceğim. 





Sonuçta yol hiç kolay olmadı yine de; on iki saat sürmesi gereken yolculuk yirmi saat sürdü..   Uyuklayan bir şöför ile kelle koltuk turizmine dahil olmuş olduk. Ama normal araçlar ile ulaşmayı deneseymişiz iki gün falan sürecekmiş demek ki.. Trafik, yollar her şey tamamen kafayı yemiş Endonezya'da. O yüzden zamansal kısıtlama koymadan gezmek lazım bu diyarda, nasıl olsa hiç bir şey tam olarak planladığınız, düşündüğünüz gibi olmayacak ama yine de görecekleriniz, her şeye değecek.






Normalde akşam saat dokuzda varmamız gereken yere gece bir buçukta vardık. Hemen klasik olarak etrafımız turizmsel para tuzakları ile doldu. Yok dağın bu tarafında gün daha güzel doğuyormuş, en iyi fotoğraf noktası buymuş gibi gecenin köründe, yol perişanlığı ile hiç birine katlanamayıp, yüreyebileceğimiz kısmına gitmeye karar verdik ve bayılarak uyuduk. Sabah 03.30'da kalkıp yürümeye başladık..




Hava buz gibiydi, uykusuzluk, yorgunluk falan kalmadı. Anında ayıltı bizi soğuk. Yanarken  uzakdoğu şehirlerinde, insanın dağa çıkma ihtimali aklına gelmiyor. Kışlıklarımız Bangok'ta arkadaşımız evinde uzun süredir dinleniyorlar. O yüzden artık elimizde ne varsa sarınarak yürümeye başladık.. Karanlıkta dağa yaklaştığımızda bir anda her şey, yer, yön birbirine girdi. Yoldan geçen atlar, motorlar, altımızda neye bastığımızı anlayamadığımız, garip hissiyatlı, kükürt kokulu bir zemin ve çok yoğun bir sis ile ayda mı, çölde mi yürüdüğümüzü anlayamayarak, acaba alakasız bir yolda mıyız endişeleri sonrası, dağın eteklerine vardık.. 









Tırmanışa geçtiğimizde renklenmeye başladı ortalık; üstümüzde binlerce yıldız ile mavileşmeye başlayan gökyüzü ve sisli bulut denizi..




 Nasıl anlatayım bilemiyorum, zirveye varana kadar her köşenin en iyi yer olduğuna karar vererek, binbir his ile tırmandık en tepeye.. 




Oradan etrafa baktığımız güneş doğuşuna kadar olan her an nefes kesiciydi. İnsanın kafası bir türlü durmuyor ya, binbir saçmalık, binbir düşünce içinde kayboluyoruz hep. İşte bu tüten ve her an patlarmış gibi yapan volkanik dağdan aşağıya, sis denizi ile karışan yıldızlara, gün doğuşuna, kükürt kokusu ile binbir başka acayip algı şaşmaları içerisinde gördüklerimiz sonunda beynim en az beş saniye kadar sustu.. OoOohh gerçekten! 
Ve tüm yorgunluğa, uykusuzluğa, her şeye deydi. Hayatımız boyunca unutamayacağımız bir kaç saat geçirdik bu başka gezegende. 





Dünya ne acayip bir yer yahu! İçinde milyonlarca varoluş şekli, yüzbinlerce muhteşem canlı arasında kendini her şey ya da hiç bir şey sanan milyarlarca delirmiş insan ırkı ve onların  sebep olduğu sorun ve saçmalıklar ile hala, her şeye rağmen muhteşem bir yer.

Müzik: Emre Rona


Gün doğana kadar baktığımız bu muhteşem manzaranın karşısındaki tepe tamamen ele geçirilmişti. Oradan daha iyi görünen yanardağ manzarasını saniyede yüzlerce kişi bizim gibi  görüntülüyordu. Flaş yarışması gibi, bir garip oluyor ortalık. Neyse ki Hz. Google var. İki kişi 160.000 rupi az vererek ne kaçırdığımızı hemen gördük..



Sonuç olarak dağın bu kısmından günü doğurduğumuz için mutlu olduk.  Karşı tepeye kıyasla çok daha az insan vardı bizimle beraber. 

Yola çıkarken bir yanardağ ile tanışacağımız aklımızın köşe bucaklarına gelmemişti. Tabi ki bu muhteşem yerin her köşesi, Endonezya gibi çöp içinde. Yanardağın çevresindeki  plastikleri resme dahil etmemeye çalıştık. Gün doğup, güneş fotoğraf çekmeyi iyice zorlaştırmaya başlayınca, insanlar günlük eylemlerine geri döndü. Bizimle fotoğraf çektirmek isteyen, imza isteyen yerel deliler çevremizi yine sardı. Biz de bu sayede onlarla güzel resimler çektik. O kadar fazla resim var ki..



 Dönüş yolunda, dağın tepesinde kahve yapan tatlı kadın sayesinde, içimiz de biraz ısındı.



Yine bu garip gezegende atlar, motorlar, aceleci turistler, sülfürlenmiş bu Hindu tapınağı, efendim insan olmak, inanç, ritüel, dünyalı olmak gibi konu başlıkları içerisinde beynimin kaldığı yerden  aynen devam edip, ürettiği düşünce kümeleri içinde, mis Emre ile yürüyerek döndük normal dünyaya. Dağcı olsam bir sakinler miymiş kafam acaba? 

Bir saat içinde yeni bir otobüs ile yine yanarak bir süre daha yollardaydık.. Günün sonunda perişan, uykusuz, pis ama çok mutluyduk.






 Yolunuz bu diyarlara düşmez ise, Nemrut dağına gidip, bir güneş doğuşuna tanıklık edin. Uzun zaman önce bir nisan ayında, arkeoloji okumama rağmen tanrı heykelleri ile hiç ilgilenmeyip, daha beter donarak en az bu kadar nefis ve görülmeye değer bir gün doğuşu ve yıldız manzarası izlemiştim..  Endonezya'dan da daha kolay bir yer gitmek ve görmek için diye yazayım dedim, ayrıca dağın eteklerinde çok keyifli ve ucuz bir çay evi var, hem çok ucuzdu, hem sobalıydı, eğer nükleer santral, baraj, alakasız bir Toki binası falan dikmediler ise.. :)