27 Nisan 2012 Cuma

Ratchaprapha Barajı - Yağmur Ormanı



  Günümüzde yağmur ormanının içinde olan bu baraj, 1980’ler de yapılmış. Baraj yapılmadan önce avcı toplayıcı gibi yaşayan yerliler yaşıyormuş bu bölgede. Baraj yapılınca yerel halk taşınmak zorunda kalmış ve yüzlerce asırlık binlerce ağaç su altında kalmış. Şimdilerde yerel halkın erkekleri ya tur rehberliği, ya da baraj gölüne düzenlenen turlarda teknecilik yapıyorlar. Göldeki balıklardan elde edilen gelir de ayrı bir iş kapısı. 


8 nisan sabahı erkenden Mr. Toy’un arabası ile 65 km süren dev ağaçlı, asfalt yollar arasından baraj gölüne gittik. Bu barajda günü birlik, 1 gece ve 2 gece konaklamalı turlar var. Biz baraj gölünün en kuzeyinde, 'wild life sanctuary' diye adlandırılan bölgeye gidiyorduk. Baraj gölünün daha kolay ulaşılan kısımlarındaki konaklama bölgeleri de çok nefis gözüküyordu. Bu kısım küçük küçük adalardan oluşuyor gördüğümüz kadarı ile. Similan adalarının resimlerinde görünen kireç taşından dev karstik oluşumlar  burada da var. Bu bölgede şelaleler ve mağaralar var biz görememiş olsak da. Göl evlerinde konaklanıyor ve dip dibe, yan yana oldukça kalabalık görünüyor. Bu kısımda konaklamak isterseniz de Mr Toy (her Tay’ın bir takma ismi var), genel turlara göre daha alternatif, sessiz sakin bir şeyler ayarlıyor. Ama adamın asıl olayı, vahşi yaşam koruma alanı turları ve oraya giden nadir tur rehberlerinden. Mr. Toy da baraj gölü yapılmadan önce ormanda yaşayan kabilelerdenmiş. Baraj gölü yapılınca, ailesi Khao Sak’a taşınmış. O bir süre Phuket’de çalışmış sonra orası inanılmaz dolunca, kendi mekanımda rehberlik yaparım diye düşünüp, geri gelmiş buralara. Eski günlerden bahsederken, orada yaşadığı çocukluk günlerine hasretle geri dönüyor.

Mr. TOY

Baraj gölünün en kuzeyine uzun bot (long boat - Tayland'ın meşhur balıkçı tekneleri) ile gitmemiz yaklaşık 2 saat sürdü ve sadece üçümüzdük. Hava sabahın körü olmasına rağmen anormal sıcaktı. Bot ile giderken rüzgar sayesinde pek hissedilmese de, bot durduğu anda fena haşlanıyorsun. Sonunda akşam konaklayacağımız yere vardığımızda nefis bir manzara bekliyordu bizi. Su üstünde, küçük, en fazla 8-10 kişinin konaklayabileceği barakalar, tahta ve bambu platformlar üstüne yapılmış. Her rüzgarda hareket eden yüzen evcikler bunlar. Bambu odalara eşyalarımızı bırakıp, yüzlerce kelebek fotoğrafı çektikten sonra öğle yemeği menüsünde bir klasik olan, yumurtalı domuzlu pilav yemek zorunda kalıp, gidip gölge bir yerde kestirdik biraz.







Biz kestirirken ağaç kırılma sesleri duyduk, etrafımızda vahşi fillerin olduğunu biliyorduk, epey bir süre Emre ile gördüğümüz her gölgenin fil olduğuna emin olup, yanıldıktan sonra, Mr. Toy bizi bot ile gezmeye çıkardı.
İlk önce fil seslerinin geldiği kıyıya yanaştı ve seslenmeye başladı ‘Maleey Maleey’ (çabuk gel demekmiş), ses yok, ‘Maleey Maleeey, ııggh, oohh’ (bu ıkınma efektlerini günlük konuşmada da çok kullanıyorlar). Sonra kıyıya bir şey fırlattı, ve minik (5-6) yaşlarında bir fil gülümseye gülümseye kıyıya geldi. Mr. Toy’un atmış olduğu ananası yedikten sonra su içti, biz de kendimizden geçtik. 150 tane falan resim ve video çektim herhalde. Sonra arkadaki bambu ağaçlarını hapur hapur yemeğe başladı, biz de bot ile safariye çıktık.





Hava bir anda bulutlanınca renkler ve mekan çok değişiyor. Güneş çıkınca bambaşka bir yer oluyor sanki. Bir yandan deli gibi orman, bir yandan yer yer bataklık, yer yer çimlik gibi hepsinin hissi ve keyfi bambaşka. Dağlık kısımlar göz alabildiğince orman, ve baraj su tutmaya başladıktan sonra yüksek tepeler ada olarak kalmışlar. Su altında kalmış ağaçların hissi de çok garip. Kurumuş ağaçlar (sert odunlu oldukları için tamamen çürümemişler), üstüne tohumları uçarak gelmiş muhteşem orkideler..




Bot ile baraj gölünün kollarında kıyı kıyı gezerken su bufalosu gördük uzaktan, bir sürü maymun cinsi gördük, göremediklerimizin de sesini duyduk. Çok büyük kuş tüyleri ve kuş sesleri dinledik. Monitörler,  yaklaşık 2 m boyunda çeşitli yılan izleri gördük. Sonra bataklık gibi olan bir kıyaya çıktık, her yer çok yoğun hayvan kokuyordu. Sessizce domuz ve geyik izlerini takip ettik, seslerini duysak da kendilerini göremedik. Yazık, Mr. Toy’da üzüldü, sanki biz tura göreceğimiz hayvan sayısına göre para vermişiz gibi; orada olmak harikaydı ve başka bir şeye ihtiyacımız yoktu, etrafımızdaki canlı çeşitliliğini her hücremizde hissediyorduk zaten.

Yukarıdaki  fotoğraf hileli maalesef, daha önceden çekilmiş fotoğrafın fotoğrafını çektik, ki bu güzel hayvanları size paylaşabilelim.



Hava kararırken harika renkler içinde ana kamp mekanımıza döndük, baraj gölünde yanımızda zıplayan kocamaan balıklar ile yüzdük. Bu sırada bizim yavru obur fil, tüm bambu ağaçlarını yiye yiye kaldığımız platformun dibine gelmişti. Ben onu izlemek için yere oturunca yanımıza gelmeye çalıştı. İnsan doğası çok hastalıklı: bu yavru fil, her ne kadar orman fili ve özgür olsa da, Mr. Toy ve mutfakta çalışanlar, bizim gibi turistlerin hayvan görmeden turdan dönmesini istemedikleri için, ananas gibi meyveler atıyorlar, fil de tabi yanaşıyor, yaşasın yemek diye. Ben yere oturup yanıma gelmek isteyince de, ellerinde mızrak gibi bir şey ile uzaklaştırmaya çalışıyorlar, ki kulübelere zarar vermesin. Yazık, hayvan hiç anlayamıyordur. Bir ara o kadar yaklaştı ki, ben de kendimi tutamayıp gidip mıncıklamak istedim. Zaten hayvanların kabusu Elmayra denen karakter gibiyim. Hiç bir korkum yok, gerçekten gidip hortumundan çekiştire çekiştire öpesim geliyor. Mr. Toy sakın yaklaşma dedi. Neyse, ben de uzaktan izlemeye devam etmek zorunda kaldım. 


Akşam yemeği saatinde, arkamızda obur fil hala bambu yiyordu ve etrafta çok eğlenerek bağrışan maymunlar (gibbon cinsi) vardı. Yemekte kedi balığı, yanında omlet, yanında pilav ve domuzlu salatalık ve yeşil köri çorbası vardı. Vallahi çok rezalet bence. Zaten normal hayatımda pek yumurta tüketmeyen bir insan olarak yumurtadan bıkmış haldeyim, balık ve yumurta kombinasyonuna da ayrıca sinir oluyorum. Koskoca göldeyiz, her yer koca balıklar ile dolu. Balıklar o kadar büyük ki, bir balıkla 8 kişi rahat doyar. Yanına da normal hayvansal ürünsüz salata yersin, mis işte. Ya da kaşarlı tost buralar için lüks bir istek olsa bile, ona da varım. Ama domuz, balık ve yumurta nedir yahu? Derken, midem de hiç hoşlanmadı ve yemek çok rahatsız etti. 

 Yemekten sonra gece safarisi vardı. Biz gerçekten çok film izlemiş, komik bir kuşağız. Ya da Emre ile ben öyleyiz. Buraya gelmeden önce eşyalarımızı toplarken gece safarisi diye düşününce, uzun otlar arasında kıpırdamadan yatıp hayvan gözlemleyeceğimizi sanıyorduk. Siyah kıyafetler, çakı, fener, ip, zorda kalırsak, yemek ve su. Hatta siyah yüz boyamız olsa, abartıp onu bile sürerdik. Tabi ki gece safarisinin sandığımızla uzaktan yakından bir alakası yoktu. Mr. Toy ayakkabılarınızı almanıza gerek yok deyince bir şaşırdık zaten. Sanki Venedik gondollarındaymışız gibi, Mr. Toy ile birlikte teknede, ay ışıgı altında kıyı kıyı gezinip, hayvan gördüğümüz yerde zavallı hayvanların gözüne spot lambası gibi fenerler tutup bakmaktan oluşuyordu gece safarisi. Koskoca ormanda, vahşi yaşam sıkışa sıkışa koca bir baraj gölünün dibine sıkışmıştı ve orada bile hayvanlara bizim gibi turistler yüzünden rahat yoktu. Neyse, şahane geyik aileleri, domuzlar, buffalo ve maymunlar gördük. Benim için en unutulmaz an, kocaman ay ile bulutlu gökyüzü ve acayip ağaçların suya yansıdığı harika bir koyda, 15 dakika motor sesi olmadan, ışıksız, tamamen sessizlik ve ormanı dinleyerek geçirdiğimiz zamandı sanırım.

Safari sonrası mekana döndüğümüzde, jenaratör zırıltısı ve florasan ışıkların durmasını beklerken Emre uyuya kaldı. Zaten kafasını yastığa koyarken bayılıyor hemen. Tüm bu ışık ve ses kirliliği bitince, evimizin önündeki tahta platforma gittim. Arkamda bir yerlerde, o minik obur fil hala ağaç yiyordu. Çatıda gekolar ve fareler.. Ormanda kahkaha atan maymun ve kocaman olduğu kesin olan değişik kuş sesleri ile ay ve kıpırtısız göl inanılmazdı. Hayatımda hiç unutamayacağım görüntü ve his yoğunlukları içinde durdum durabildiğim kadar. Şimdiye kadar tanıdığım, bugün bulunduğum yerde olmamı sağlayan tüm aileme, sermayelerini yiyerek şu anki kafa haline gelmemi sağlayan tüm eski arkadaşlarıma ve dostlarıma şükrettim. Çok değişik, unuttuğum bir sürü görüntü geldi gözümün önüne. O kadar nefis bir andı ki, fonda hisli ama pozitif bir müzik ile kamera yavaş yavaş uzaklaşarak beni yukarıdan çekerek bitseydi film o gece, harika olurdu. Sonu da seyirciye kalırdı ama öyle olmadı tabi ve hiç uyumak istemesem de sürünerek odaya gidip, bayıldım.


Ertesi gün Mr. Toy ile beraber ormanda dere içinden yürüdük bir kaç saat. Ara ara yağmur ormanına gire çıka. Bitki çeşitliliği gerçekten anlatamayacağım kadar değişik. Bizim Emre ile ayaklarımızda havalı trecking ayakkabalırımız olsa da, kaya kaya, düşe kalka zor ilerledik. Oysa yanımızda Mr Toy, ayağında Converse ayakkabılar, bir elinde tüfek, içi yemek ve gerekebilecek malzemeler ile dolu koca bir çanta ile keçi gibi tökezlemeden yürüyordu. Bacaklarımıza sık sık tütün dolu su döktü, sülükler sevmiyormuş nikotini hiç. Ona rağmen bir ara bir baktım bacaklarım kan ve sülük içinde. Bu yürüyüşte de yine kendilerini göremesek de, çok fazla hayvanın ayak izini gördük, yavru olmayan fil bağırışları ve maymun sesleri dinledik. Dönüş yoluda acayip yağmur yağmaya başladı. Hava kararmaya yakın, hiç istemesek de dönüş zamanı gelmişti. Bu yağmur ormanının en güzel yanlarından biri, neredeyse dört aylık Tayland yolumuzda sivrisineksiz geçirdiğimiz ilk 1-2 günü yaşamış olmamızdı. Dönerken Mr. Toy kocaman bir balık yakaladı. İnanılmaz bir gün batışı manzarasıyla, yine iki saatte geri döndük.






  Mr. Toy balık yakalayınca çok keyiflenmişti, eskiden beraber yaşadığı köylülerden birinin evine gitmek ister misiniz dedi, biz de ne güzel olur dedik. Çünkü Tay’lar her zaman Farang’lara karşı çok kibar ve güler yüzlü olsalar da, pek sevmiyorlar bu bozulmuş ırkı. Ve aralarına da çok kolay almıyorlar. Neyse, köye gittiğimizde yaklaşık 20 kişi beraber yaşayan bir ailenin yanına gittik. 10'dan fazla çocuk, babaaanne, delikanlılar, kadınlar ve erkekler.. Yine uzaylı gibi hissettik kendimizi. Hemen çevremizi sardılar. Ellerinde ne varsa ikram ettiler; tabi ki domuz, kızarmış ördek derisi falan bu ikramlar. Yaşlı kadınlardan biri ile acı biber ayıkladık biz. Erkekler bir yerde, kadınlar bir yerde oturuyor. Ben her zamanki gibi erkeklere daha yakın bir yerde, ikisinin arasında oturuyordum. Erkeklere hayat kolay her yerdeki gibi. Sigara, içki, 'karı-kız' her şey serbest onlara. Her yerdeki gibi her işi kadınlar yapıyor. Kadınların içki ve sigara içmesi de hiç hoş karşılanmıyor. Ama her yerde olduğu gibi kadınlar kendilerine kaçış malzemeleri ve anları yaratıyorlar. Mesela bu köydeki kadınlar Betel Nut diye bir yemiş çiğniyorlar. (http://en.wikipedia.org/wiki/Betel#Chewing) Bu keyif verici bitki, aynı koko yaprağı çiğnenmesi gibi dişleri eritiyor. Köyde bizimle çok eğlendiler, ayaküstü Emre ile bana masaj bile yaptılar. Masaj yapmayı bilmeyen yok sanırım Tayland’da. Özellikle kadınlar, erkekleri başka kadınlara gitmesin diye annelerinden öğreniyormuş masajı. Aralarında babaanne olanın 12 çocuğu varmış. Sanki bizim köylerden birinin evine konuk olmuşuz gibi hissettik. Dil sorunu yaşasak da, birbirimizi gayet iyi anlıyorduk. 




Türk olmak ne güzel diye düşündük. Ne Batı’ya ne Doğu’ya aitiz, ikisini de anlayabileceğimiz bir koridorda yaşıyor olmak, çok kafa açıcı gerçekten..


20 Nisan 2012 Cuma

Kao Sok- Yağmur Ormanı

   Koh Phangan’dan ayrılmak için gece botunu tercih ettik ve Suratthani'ye gittik. Oradan da otobüs ile Khao Sok’a. Gece botu çok acayipti. Uzun bir koridor düşünün, sağlı sollu çift kişilik yan yana yataklar var. Sol tarafta Farang’lar, sağ tarafta Taylar. Eskiden olsa hayatta uyuyamayacağım bir yatakta, yanımda yatan Alman adamın ayaklarını, elini, kolunu yatağıma yaklaştırmasına kıllansam da, Emre’ye iyice yapışıp mis gibi uyudum. 


 Khao Sok’a gelmemizin iki nedeni vardı. İlki, buralarda çalışabileceğimiz çok keyifli bir çiftlik olduğunu öğrenmiştik. Artık acilen bir yerlerde çalışmamız gerekiyordu parasal açıdan. Emre de huysuzlanıyordu çalışmak istiyorum diye. Ama çiftliğin adresini bilmiyorduk ve maillerimize yine cevap gelmemişti. Cevap beklerken, Başak ve Zeynep’in tavsiyesi üzerine yağmur ormanı görmüş olalım dedik biz de.

Buradaki yağmur ormanı Amazonlar’dan bile eskiymiş. Dünya son buzul çağına girdiğinde, buzullar Tayland’ın kuzeyinden aşağıya inenememiş, dolayısıyla biyoçeşitlilik korunmuş. Sonra buzullar eriyince akan sular ile orman daha da bir coşmuş. O yüzden çok heyecanlıydı buralarda olmak.

Başak’ın tavsiyesi üzerine buralarda 15 yıldır rehberlik yapan, Mr. Toy’u bulduk. Sonra da sık sık Başak’ın kulaklarını çınlattık. Başka bir rehber bulmuş olsaydık çok sıkıcı olurdu çünkü. Mr. Toy’un bungalovlarından birine yerleştik. Asıl tur ve keyif, Ratchaprapha barajının etrafındaki orman gibi görünüyordu ve Khao Sok’a 65 km uzaktaydı burası. Rehbersiz gidilemiyor ve konaklama ücretleri de bütçemizi oldukça aşıyordu. O yüzden, Ratchaprapha’ya gitmemiz mümkün değildi. Biz de Khao Sok milli parkına girip  kendimiz gezeriz dedik.

Ertesi sabah milli parka gittik ve gidiş dönüş yaklaşık 10 km yürüdük. Gerçi bizim yürüdüğümüz rota en klasik ve turistik olanıydı ama yine de kendimizden geçtik. İnanılmazdı; bambular, adlarını bilemeyeceğim ağaçlar, ağaç parazitleri, mantarlar, çiçekler.. Bitki ve canlı çeşitliliği çok fena kopmuş. 




Adım başı durup, varolan her şeyi görmeye çalıştığımız için çok zaman aldı yürümek. Yüzlerce kelebek gördük, yağmurlu dönem öncesi coşuyorlarmış. Kertenkele ve geko çeşitliliği de inanılmazdı. Sonra maymun gördük bir sürü, çok komikler. Daha önce duymadığımız çok fazla değişik kuş sesi dinledik (Bknz. Duyduklarım);  koca koca yapraklar arasında kendilerini göremesek de. İnsanın yaratıcılığını artırıyor kuş sesleri, ya da ne kadar film ve animasyon izlemişseniz, bilinç altından onları ortaya çıkartıyor. Sürekli karakterler canlanıyor insanın kafasında.  Çok inanılmazlar. Ayrıca cırcır böcekleri çeşitliliği de çok garip. Bazıları o kadar tiz ki, neredeyse konuşurken birbirimizi duyamadığımız anlar oluyor. Ciddiyetli elektronik müzik. (Bknz. Duyduklarım) Tüm bu sesleri taklit etmeye çalışmak da oldukça kulak geliştiriyor. Konservatuar giriş sınavlarında bize 7-8 ses sorarlardı, kuş sesi sorsunlar bundan böyle, daha iyi olur diye düşündük. 






 Emre bir sürü ses kaydı yaptı. Şu bloga resim gibi direk ses kayıdı ekleme seçeneği olsa keşke. Neyse, belki soundcloud üstünden öyle bir şey yaparız, siz de duymuş olursunuz kuş ve kafayı yemiş cırcır ailelerini. Bir de büyük baba geko sesleri var ki, her duyduğumda çok fazla gülüyorum ben bu kocaman gekolara. (Bknz. Duyduklarım) Ama üstteki resimdeki karakter Geko değil, çok havalı bir yağmur ormanı çocuğu.

Diğer yandan hava o kadar nemli ki, böyle bir şey hayatımda görmedim. Ben öyle çok terleyen bir insan değilimdir. Her gözeneğimdem su fışkırıyordu sanki, hep buharlaşma kıvamında, sırılsıklamdık.
Yağmur ormanına bile çöp atan hıyarlar var tabi ki bu dünyada. Dere ve şelale kenarları plastik şişe, sigara izmariti dolu. Ve genelde yabancılardan çok, bizim ülkemizdeki gibi yerel halk yapıyor bunu. Milli parkın dibinde baz istasyonu, bildiğiniz gibi. O yüzden aklınız uçsa da çeşitliliğe, el değmemiş bir ormana girmişsiniz hissi hiç yok. Radyoaktif varlıklar olarak aynen devam..

Orman yer yer oldukça ürkütücü zaten karanlık olmasından ötürü. Bir de Tayland’da yaşayan 150’den fazla zehirli yılan türü olduğunu unutmuyor insan hiç. Bu milli parkın içinde Rafflesia Kerrii Mejer diye bilinen dünyanın en büyük çiçeği varmış. (http://tr.wikipedia.org/wiki/RafflesiaYani öyle yazıyor her yerde ama akşam David Attenborough amcanın belgeselinde Sumatra’daki yağmur ormanında adam boyundaki çiçeği görünce, en büyük o herhalde dedik. Biz ne yazık ki mevsim itibari ile rafflesia’yı göremedik  Khao Sok’ta, ama kendisi fena hormon gibi kokuyormuş böcekleri kendisine çekebilmek için. Zaten tüm orman da çok garip hormon kokulu değişik bitki ve ağaçlar ile dolu. Yapraklar da nemden çürümüş yer yer, bir kısmı yemyeşil geri kalanı simsiyah olmuş. Neyse gördüğünüz gibi özet yazmayı beceremiyorum. Çok keyifliydi bu ormanda zaman geçirmek. Hiç geri dönesimiz gelmedi.








Bu milli parka gitmek iyice ağzımızı sulandırmıştı, akşamları izlediğimiz yağmur ormanı belgeselleri de iyice gaz verdi bize. Kararsızlıklar içinde, çalışmak istediğimiz yerden haber bekledikçe bekledik; cevap falan da alamadık.

Bu sırada Mr. Toy ile de keyifli zamanlar geçirdik. Deli gibi yağmur yağdı sık sık. Khao Sok, küçük pansiyonları ve 'resort'ları ile cici bir yer. 4.günün sonunda Mr. Toy, 'tamam size istediğiniz turu yarı fiyatına yaparım', dedi. O bile pahalıydı, ama son dakikada elimize sürpriz bir para geçtiği için acaba olur mu diye düşündük. Normalde olsa bu paraya olabildiğince dokunmayıp, herhangi bir acil durumda kullanmak üzere saklardık, çünkü hastalık ve yol gibi beklenmedik durumlar için biriktirdiğimiz parayı da yavaş yavaş tüketiyorduk. Ve daha görmek istediğimiz çok yer vardı. Fakat beklenmedik bir anda ve tam zamanında karşımıza çıkan bu sürprizi bir işaret olarak görmemek mümkün mü?  :) Bir gün gerçekten sıfırlarsak, nasıl olsa yolumuzu bulur kendimizi kurtarırız. Emre her açıdan benden daha tutumlu bir Cumhuriyet çocuğu olsa da, onu ikna etmek de hiç zor olmadı, ve böylece bu tura yapmaya karar verdik. İnsan hayatında kaç kez bir yağmur ormanının derinliklerine gidebilir ki? :)

19 Nisan 2012 Perşembe

Kurs Duyuruları, Bayramiç

Bu sene Türkiye'de gerçekten kaçırılmayacak kurslar var. Eğer paramız olsa karbon ayak izimizi önemsemeden uçağa atlar gelir, sonra da geri dönerdik.. :) Bu kursların bir kısmına, geçen sene bizim de organizasyon ekibinde çalışma fırsatı bulduğumuz Bayramiç-Yeniköy ev sahipliği yapıyor. Giderseniz, bizim yerimize de deneyimleyin..



Aralarında kaçırdığıma en çok üzüldüğüm bu ilk kurs, 23 Nisan - 6 Mayıs tarihleri arasında düzenleniyor. Ekip çok sağlam. Penny Livingston gerçekten inanılmaz bir kadın. Kaliforniya'daki 'Regenarative Design Institute' web sayfasına bakarak bilgi alabilirsiniz. Dünya'ya güzel tohumlar ekmek için insanı çok motive eden, harika bir öğretmendir. Türkiye Permakültür Enstitüsü'nün kurucusu Mustafa Bakır'ın da eğitmen kadrosunda olduğu ekipte, asistan olarak Hira ve Bostancık'tan Pınar da var. Gerçekten kaçırdığımıza çok üzülüyorum..

Filiz Telek'in yeni eklediği  Penny'nin güzel videosu:



Balıkçı Mustafa'nın yaptığı harika işlerden biri olarak bu sene de Tohum Takas Şenliği düzenleniyor. Yerel tohumlar gerçekten çok önemli. Kendi evinizde de yetiştirebileceğiniz temiz gıdaların tohumlarından edinmek için katılmanızı öneririm. :) Sanırım bu harika afişin çizeri de Didem Çivici.



 Son olarak, geçtiğimiz sene bizim de katılma şansı bulduğumuz, her anlamda hayatımın en güzel anlarını yaşadığım doğal yapı kursu bu sene tekrar düzenleniyor. Hatta afişte bizim de resimlerimiz var. :) Yine Penny ve Janell'in eğitmenliğinde. Geçen seneki deneyimimizi, Bayramiç - Ekomimari başlığı altında yazmıştım daha önce, bakmak isterseniz. Aynısı düzenleniyor olsa da, Türkiye'de olsam kesinlikle tekrar deneyimlemek istediğim bir etkinlik.

Kurs tanıtım videosu da Sevil Baştürk'ün ellerinden tazecik:)


Biz gidemiyor olsak da, kurs notlarını şimdiden dört gözle bekliyoruz. Bizim yerimize de evrene güzel tohumlar atın, ateş başında çoğalın. :) Enstrumanınızı da yanınızda getirmeyi unutmayın!

Tüm bu etkinliklerin gerçekleşmesinde çok emek veren Mustafa Alper Ülgen ve diğer Yeniköy üyelerine, Filiz Telek'e, Sevil Baştürk'e ve tüm Muratlar köylülerine teşekkürü borç biliriz..:)

Ayrıca Bayramiç'in harika kuşlarına, tüm hayvan çeşitliliğine, özellikle köpek ve kedilerine çok selam olsun..



Koh Phangan


  Günümüzde Thailand’ın en meşhur adası sanırım Koh Phangan. Eskiden Hippilerin esas mekanı Phuket’miş. Kısa sürede meşhur olup, adanın  her yerini havalı butik oteller vs ele geçirince, gezginler Koh Samui’ye taşınmış. 90’lı yıllarda burada takılan ekip burayı gizli tutabileceğine inansa da, öyle olmamış tabi ki ve Koh Samui de 5-10 yıl içinde tanınmaz hale gelmiş. Bu sıralarda Koh Phangan hindistan cevizleri ve balıkçı köyleri ile bilinirmiş, adada elektrik yokmuş. 2000’lerde Koh Samui bitince, ekip buraya gelmiş, ve günümüzde Koh Phangan da her tür çirkin yapılaşmadan nasibini almış durumda. Eskiden balıkçılık yaparak  geçimini sağlayan yerel halk, şimdilerde ya taksi botlarda çalışıyor, ya da pansiyon işletiyor.

Bizim ülkemizde eskiden annemlerin kuşağı zamanında Ölüdeniz’de takılan, orası bitince Kelebekler Vadisi’ne geçen, orası leş olunca Kabak koyuna geçen, bugünlerde de Cennet ya da Korsan koylarının peşinde olunmasına benzer bir durum. Herkes rüya gibi bir yer arıyor. Ama çok fazla insan var, elinde sonunda her yer aynılaşıyor.

   Emre ile uzun zamandır Koh Phangan’a gitmeyi  planlıyorduk. Asıl planımız, Mustafa Bakır Phangan Earthworks’te PDC kursu verirken orada olmaktı. Ama kuzeylerde planladığımızdan fazla kaldık, vize işleri, vs. derken kaçırmış olduk Mustafa’yı. Koh Phangan’a gittiğimizde de bu mekanda çalışabileceğimizi umuyorduk, ama öyle olmadı. Biraz da Mustafa’nın referansı ile yaptığımız çalışma başvurusuna, 'gönüllüye ihtiyacımız yok' şeklinde red geldi. Biz de en azından günübirlik gitmek istedik, nasıl işler yapılıyor görmek ve tanışmak açısından. Bu isteğimize de taviz vermeye bir dil ile olumsuz yanıt aldık. 'Merak ettiklerinizi web sitemizden görebilirsiniz, biz burada yaşıyoruz, öyle gelen giden insan istemiyoruz, bir şey öğrenmek istiyorsanız kurslarımıza katılın', gibi bir yanıt geldi. Aslında ne demek istediklerini anlıyor olsak da, yazdığımız e-mail ile kendimizi, amacımızı yeterince tanıttığımızı düşünmüştük, öyle kurslara para verebilecek bir durumumuz da yoktu. Mustafa’nın referansı olunca, işler çok zor olmaz demiştik, ama öyle olmadı, biz de uzatmadık.
Koh Phangan’daki Srithanu mahallesi yakınlarında başka bir mekan bulduk çalışmak için, kendilerine email attık. Bir haftalık motor kiraladık ve cevap bekledik. Cevap gelmedi..

Neyse, hal böyleyken biz de elimizden geldiğince keyifli zaman geçirmeye baktık Koh Phangan’da. Motor ile adanın gidebildiğimiz her yerine gittik.

Çok garip bir ada. Adanın bir yarısını dövmeli, partici, trance ve house dinleyenler ele geçirmiş. Sahilde oturup, Ray Bradbury'nin 'Resimli Adam' hikayesini anımsayarak, insanların boşluk kalmamacasına her yerlerini doldurdukları dövmelere bakıp, bakıp durduk. Bir de 'Om' dövmesi modası var heryerdeki gibi, çok komik. Adanın diğer tarafı ise yoga okulları, meditasyon uygulamaları, her tür alternatif terapi uygulayanlar, uygulama öğrenmek isteyenler ile dolu. Dolayısı ile adanın çok garip bir enerjisi var. Herkes kendi tarzında kophmaya gelmiş gibi gerçekten.

Koh Tao’dan sona Koh Phangan’ın denizine deniz denemez. Ben zaten deniz konusunda oldukça şımarığım, ama eğer siz de Kelebekler Vadisi’nin vadi, Olimpos'un olimpos olduğu zamanlarda yüzme fırsatı bulduysanız, Gökova, Datça, Bodrum ve Kaş koylarında denize girmiş iseniz, beğenmezsiniz buranın bataklık hissiyatlı, acayip sıcak ve sığ denizini. O kadar sığ ki, resmen denizin ortasına kadar geliyorsun ve hala bilğinde su, öyle yer yer beline gelip, sona sığlaşmıyor, hep sığ. :) Hiç sevmem sığ ve sıcak deniz. Ama küçük çocuklar ve bebekli aileler için çok rahat ve eğlenceli tabi ki.

Diğer yandan, yerelden çok turist olduğu için ne ararsanız bulabileceğiniz bir ada. Makrobiyotik lokantadan düzgün aromatik yağlara, psy parti kostümlerinden hippi kıyafetlerine, kitapçısından pastanesine kadar aklınıza gelebilecek her şeyi ve her tür malzemeyi bulmak mümkün. Özellikle kıyafet açısından keyifli; ben Tayland’da geldiğimde alışveriş manyağı olacağımı sanıyordum. Hiç öyle olmadı, çünkü bir ara Hint ve Tayland malzemeleri satan bir dükkanda çalışmıştım, gözüm gönlüm çok doymuş böyle ürünlere. Zaten bizim ülke de çok sömürdü sanırım bu malzemeleri. O yüzden hiç ilginç ve güzel gelmiyordu bana kıyafetler. Koh Phangan o açıdan oldukça renkli ve değişikti.

Koh Tao’ya kıyasla da çok ucuz bir ada. Biz Emre ile iki kişi günlük 250 Baht para verip, Srithanu sahilinde bir yerde kulübede kaldık bir hafta.



 Adanın mimarisi ve denizi çok keyifsiz bence. Ama büyük bir ada olduğu için denizinde iş olmasa da, her zaman kendinize boş ve rahat bir alan bulmanız mümkün. Kısacası Koh Phangan'da herkese göre bir şeyler var, ama Thailand’dan bağımsız bir yermiş gibi.






Böyle evcil sahil domuzu ile tanıştık. Çok komik, kendisine seslenince kuyruğunu sallaya sallaya yanına geliyor. :)

Tayland hiç bir zaman kolonileştirilmemiş tek güney doğu Asya ülkesi olsa da, turizm ile nasıl sömürüldüğünü görmemek mümkün değil. Yaşlı beyaz ırk, kendilerine genç güzel Tay kadınlar bulmaya geliyorlar. Ülkesinde hayat pahalılığı yüzünden çalışmaktan canı çıkmış insanlar, Koh Phangan'da kaçak olarak çalışıyor. Her tür uyuşturucuyu bulmak için gelenler, partilerde kız tavlamaya gelen ergenler.. Şifa bulmak, kişisel gelişim için gelenler.. Ne isterseniz var yani. :)

Koh Phangan’ın en meşhur kısmı partileri tabi ki. Haftada bir gün büyük bir parti var kesin, 'new moon', 'half moon', 'jungle experience', 'shiva moon' ve en büyüğü 'full moon'.  Ve bu partiler underground falan değil, adım başı 'flyer’lar var. Turizmin her tür hal ve durumu ile kalkınıyor ülke yani. Bizim genel kitleye bakınca içimizden hiç bir partiye gitmek gelmedi. İnsan merak eder di mi? Tam yaşlı ruhlu insanlar olduk sanırım. Full Moon öncesi de koşarak kaçtık resmen adadan. Çünkü full moon’dan birkaç gün önce tüm oteller ve pansiyonlar doluyor, 30,000 insanı partiliyor, sonra da perişan olup gidiyorlarmış. Sona, bu konu ve Koh Phangan ile ilgili çok güzel yazmış. Kendisi 6 ay kaldı sanırım burada, okumak isterseniz: (http://www.sonaertekin.com/ -  Havadis -ül Phangan Postası IV: Sullar Seller)

Her ay 30,000 bin kişinin bastığı adanın temiz ve huzurlu olması imkansız tabi. Biz bir türlü uyumlanamadık ada ile; ne yogacılara ne de parti ortamlarına çok dahil olmadığımız içindir belki.

Tayland’ın genelinde müzik olayı da bir garip. İki saniye önce Blutech çalan yerde Elvis Presley çalabiliyor. Bir tarz oluşturamama hali hakim sanki. Bir tek reggae barlar iyi, ve her yerde varlar.

Koh Phangan’a geldiğimizde, ülkeden çıkış yapmamız için geriye 3 haftamız kalmıştı. Geçtiğimiz ay masaj okulu ve vize uzatmak gibi ekstra harcamalarımız da olmuştu. O yüzden herhangi bir yoga okuluna dahil olacak ne param ne de vaktim vardı. Srithanu’da kaldığımız yere 5 dakika yürüme mesafesindeki Orion Healing Center'da bağış karşılığı her sabah yoga yaptım. Ashtanga, Vinyassa, Hatha, Yin olarak gününe göre değişiyordu. Süper oldu. Sabahları deniz kenarında yağmur atıştırırken sakin sessiz yoga yapmak keyifliydi..



 Bu adanın bizim için en keyifli yanlarından biri, Pun Pun’da tanıştığımız Nim ve dünya tatlısı oğlu Ohli’ın koca adada tesadüfen yan bungolovumuza gelmiş olmalarıydı. Artık şaşırmıyoruz böyle tesadüflere, çok sık oluyor çünkü. Kız Elf gibi bir şey, İskoç. Çok eğlendik beraber. 




Fıstık, kendi resimlerini de çekti:)

Deniz, Doğa ve Sona’nın güzel tavsiyeleri sayesinde keyifli yerlere gittik, nefis yemekler yedik. Muhteşem gün batışları gördük, bir sürü insan ile tanıştık. Adaya turist olarak gelenler dışında yıllardır burada yaşayan yabancı insan nüfusu oldukça fazla. Onlardan çok ilginç hikayeler dinledik. Denizde yüzesimiz gelmese de, güzel koylarda bol bol kitap, masaj denemeleri ve keyif yaptık. Hayatımda ilk kez Watsu masajı yaptırdım. Gerçekten çok değişik bir deneyimdi. Zaten destan yazmış olduğum için uzun uzun anlatmayacağım. Türkiye’de kendisinden masaj terapisi alamamış olsam da, Watsu uygulayan Deniz Susever diye çok tatlı bir kız var. Watsu masajı yapan birinin ismi, bundan daha uygun olamaz herhalde. Çok merak ediyorum onun uygulamasını da. Yaptırırsanız bana da anlatın. :)

Kısacası yoga, meditasyon ve adlarını say say bitiremeyeceğim bir sürü güzel ve 'çakma' terapi uygulaması görmek istiyorsanız, ya da partileme peşindeyseniz, hatta makrome gibi kendi ürettiğiniz şeyleri satmak istiyorsanız, yeriniz Koh Phangan..

Bir gün Dijan ile buluştuk, güzel oldu, özlemişiz.. Bu sene Türkiye’de yapılacak bir sürü güzel kurs ve uygulamayı kaçıracağımıza yeniden üzüldük onunla konuşurken. Herkes birlik olma hali içinde ne çok eğlenecek diye kıskanıyoruz biraz. Özellikle Penny’nin ileri seviye permakültür uygulama kursunu ve bölgesel permakültür buluşmasını kaçırıyor olmamıza ekstra üzülüyoruz..


Dijan'ı görünce benim de kendime bir kaç ay ev tutup, her gün okula gidip, okul çıkışı insanlara masaj yapıp, hem para kazanasım hem de kendimi geliştiresim geldi. Acaba Emre’yi yollayıp biraz buralarda mı takılsam diye düşündüm, karar veremedim bir türlü. Sonra düşündüm ki, Agama Türk dolu, nasıl olsa zamanı gelince Türkiye’de bu işler gittikçe artacak. Sonra her iki arkadaşımdan biri ya yoga hocası olma yolunda, ya da yoga hocası. :) Yani hazır buralara gelmişken görmek istediğim o kadar yer var ki, burası için bir ay vakit ayırmak gereksiz. Sonunda başka bir zamana erteledim tüm bu yogasal isteklerimi, ve iyi ki de öyle yapmışım..

Çünkü Jungle Experience’a gitmemiş olsak da, Dolunay'a iki gün kala gerçek bir yağmur ormanı deneyimi yaşamak üzere ayrıldık adadan..













11 Nisan 2012 Çarşamba

Ko Tao

Yazacak çok şey birikti. Ko Tao'dan başlayayım.. An itibari ile ülkede Tsunami alarmı verilmişken, anakarada bir yerde iki gün önce varmayı planladığımız adaya mı gitsek diye düşünürken, yine yol planları karıştı. Ama korunmuş olduk böylece. Neyse, ben yazadurayım, bakalım neler olacak.

  Bangkok'tan ayrılıp Ko Tao’ya gitmek için, Chumpon’a gitmemiz gerekiyordu otobüs ile. Otobüs ile yolculuk etmek, insan manzaraları açısından her zaman ilginç oluyor. Genelde Thai otobüsleri (uzun yol otobüsleri) çok geniş koltuklu, sanki çok büyük insanlarmış gibi. Zaten arabaları da büyük jeepler genelde, içlerinden minicik benden bile küçük insanlar çıkıyor, çok komik. Otobüsler de ayaklarını rahat rahat uzatabileceğin şekilde. Öndeki adam koltuğunu sonuna kadar yatırsa bile rahatınızı bozamayacak şekilde tasarlanmış. Yeşil, pembe perdeli, garip florasanlar ile aydınlanmış, klima yüzünden buz gibi. Bizim yolculuk da aynen bu şekilde ve Thai dizisi izlemeli oldu bu sefer. Daha önce Chiang Mai'den Bangkok’a gelirken 'farang'lar ile gelmiştik. O otobüs de aynı formattaydı, ama bol bombalı, patlamalı Amerikan filmleri göstermişlerdi, ve nedense turistleri sağır sanıyorlar herhalde, otobüs inliyordu. Fakat içki komasına girmek üzere olan Ruslar ve Almanlar çoktan sızmışlardı. Bir film bitince yenisini koyuyorlar. Bir de Thailer'in olduğu otobüslerde bazen karaoke oluyormuş. Herkes tam bir kabus diyor. :) Umarım bize denk gelmemeye devam eder.

Chumpon’dan bot ile Ko Tao’ya gitmek için iki saat beklememiz gerekti. Biz yavaş bottan bilet alıp kişi başı 450 baht para verdik, bizim dışımızdaki turistlerin çoğu yavaş botun olduğunu bile bilmiyorlarmış, söylemiyor şirketler çünkü, çoğunluk hızlı bot ile gitti ve adam başı 650 Baht verdi yani. Bir de  bizim de sonradan öğrendiğimiz gece botu varmış, o da kişi başı 250 Bahtmış. Kısacası, bütçenize ve vaktinize göre bir kaç yerden fiyat almak hep karlı oluyor.

Adalara gitmek için turistik sezonun bitmesini beklemiştik güya, ama Thailand’da bu sezon asla bitmiyor sanırım, çünkü botta en az 200 kişiydik ve yine çoğunluk Alman’dı. Zaten sanırım Thailand bir ülkeden ziyade kocaman bir turizm acentası gibi. Ko Tao'ya vardığımızda iskelede bekleyen tur şirketleri, dalış okulu reklamları, pansiyonuna götürmek isteyen kalabalık bir güruh vardı. Hemen bir kafe bulup, kalacak mümkün olduğunca az insanlı bir yer bakındık. Kahve fiyatları bugüne kadar gittiğimiz yerlerde 30-50 Baht iken, burada 100 Baht. Neyse sonunda en az kalabalık olan sahil Chalok Bay gibi gözüktü, oraya gittik. Araya araya çok keyifli bir yer bulduk ama fiyatlar gerçekten kuzeylerdekinin iki katıydı. Kuzeylerde eli yüzü düzgün bir oda, yada bambu bungalowu 100-300 bahta bulmak mümkünken, Ko Tao da 400 -500 baht dan başlıyor ve uçtukça uçuyor. (17 Baht = 1 TL) Türk parası ile kıyaslayınca, normalde 120 TL ye kalamayacağın bir odada 30 TL'ye kalıyorsun, yani Thailand ucuz tabi ki. Ama adalar genel olarak daha pahalı. 


Neyse bungalowumuzdan nefis bir koy ve deniz manzarası vardı ve direk koşarak kendimizi denize attık.Ve yandık. :) Dümdüz, görsel olarak kartpostal gibi bir sahil, her şey harika ama sıcak deniz bir fena oluyor, zaten buharlaşmak üzeresin devamlı. O sahildeki kumun dokusunu anlatamam, kum olası geliyor insanın, her yerine süresin falan geliyor. Etrafta kıyıya vurmuş, kurumuş, bembeyaz milyonlarca mercan.. Tüm gün kalakaldık sahilde, daha sonra her güzel koyda göreceğimiz gibi bir reggae bar’da keyif birası içtik, bungalovumuzun balkonundan nefis bir gün batışı izledik. Çok keyifliydi, çook..






Ko Tao garip bir yer. Bugüne kadar gittiğimiz her yerde Thai'ce selam verip, teşekkür edince insanlar çok memnun oluyorlardı. Burada direk İngilizce cevap veriyorlar ve pek hoşlanmıyorlar sanki yabancıların kendi dillerini konuşmasını. Farang'ları mutlu etmek için her yerde tahtadan kapalı kutu gibi, alimünyum çatılı odalar var. Ama yanıyorsun içinde, Thailand'da bambu, saz çatılı yapılar dışında bir yerde uyumak gerçekten büyük kerizlik, sıcağa dayanıklılığınız az ise.


 Ko Tao'da 1995 yılında hiç elektrik, yol, vs. yokmuş. Bugün dönüştüğü hal gerçekten çok ürkütücü. Yine de her yer yapı içinde olsa da, beton yapıların olmaması adanın güzel ruhunu hala koruyor. Adada bugün bile düzgün elektrik yok, ama turizm yüzünden jenaratörler durmak bilmiyor. Ve benzin cam şişelerde satılıyor. Su sıkıntısı da var. Adanın nüfusu normalde 750 kişiyken, her gün yüzlerce turistin gelmesi ciddi şekilde altyapı sorunu ve kirliliğe neden oluyor. Ko Tao, dalış merkezi gibi bir yer. O yüzden çok popüler. Emre ile kaldığımız koyun karşısındaki küçücük koya yüzdüğümüzde, denizin kıyıya bıraktığı plastik cisimlerin fazlalığına inanamadık. Sanırım dünya dediğimiz gezegenin plastiksiz bir köşesi kalmamış..


Kuzeylerde tanıştığımız herkes, adalarda motor kiralamamamız için bizi uyardı, kiralayacaksak da aldığımız yerin önünde resimini çekmemizi, yoksa 'burasını çizmişsiniz' gibi nedenlerle çok para isteyeceklerini söylemişti. (Motor kiralarken pasaportunuzu bırakmanız gerekiyor.) Yollar da çok yokuş ve toprak olduğundan, bu sefer risk almayalım dedik. Ve iyi ki öyle demişiz.. 






Ertesi gün Emre ile, Chalok'tan Sairee'ye kadar kıyı kıyı yürüdük, koy koy yüzdük. Muhteşem gizli cennetler keşfettiğimizi sandık, pek eğlendik. Motorla gezsek göremeyeceğimiz keyif köşeleri bulduk. Yani ortalık turist çılgınlığı ile dolu olsa da, her zaman saklanacak bir yer bulmak mümkün.








Ertesi gün dalış okullarına para yetmeyeceği için, şnorkellisinden tekne turuna katıldık. Ve adanın tüm doğu kıyısını görme şansımız oldu. Her koyda yarım saat zaman verdiler. Aklımızı uçurduk tamamen, deniz canlısı gibi olduk. Gördüğümüz mercanların, rengarek balıkların muhteşemliğini anlatamam. Kollarını açıyorsun balıklar her yerindeler. Fena yandık, hiç çıkamadık sudan. Bizim hıyar tekneci, gerzek turistler resim çeksin diye balıklara kremalı bisküvi attı, sanırım klasikmiş. Kremalı bisküvi nedir? İnsan kafasını anlamak hiç mümkün değil bazen. 'N'apıyorsun, ölürler!', dedik, 'ölsünler, nasıl olsa çok fazlalar', dedi, inanamadık. Eğer adamın İngilizcesi iyi olsaydı, ya da Türkçe biliyor olsaydı, en az 1 saat söylenirdim ama yapamadım. Fotoğraf çeken turistlere söylendim biraz o kadar. Emre köpek balığı bile gördü. (http://en.wikipedia.org/wiki/Blacktip_shark) Gerçekten acayip suyun altı, her ne kadar korunması zor olsa da. 


En son tur durağımız Nanguan adasıydı, Japon bahçesi diye bilinen yer. Giriş için 100 Baht ekstra para vermeniz gerekiyor. Bu ada birbirine bağlı, üç küçük adacıktan oluşuyor. Ada, buranın meşhur bira markası Singha'nın sahibine aitmiş. Havalı havalı bungalowlar var. Ama adaya plastik şişe ve poşet sokmuyorlar, en azından bu iyi bir şey.




Neyse, işte bu çok havalı ve güzel adaya gittiğimizde hava günlük güneşlik, ensenden haşlayan türdendi. Tur çılgınlığı yüzünden sadece 1 saat vaktimiz vardı adada. Biz de hemen su altındaki Japon bahçesi denen yeri görmek için şnorkeller ile yüzmeye başladık. Kafamı bir kaldırdım, inanılmaz şimşekler çakıyor, insanlar kaçışıyor. İnsan korkuyor buralarda. Bir acayip, bir anda kükreyen gökyüzü. Hemen kıyıya yüzdük hızla. Mekanın kafesinde kahve içtik. Sonuçta orada geçirdiğimiz bir saat boyunca kova kova su döküldü her yere sanki. Fakat renkler muhteşemdi. Adanın su altını görememiş olsak da, etraf nefis oldu. Çok keyifli bir saat geçirdik ve dönüş saati geldiğinde tekrar güneş parlamaya başladı. 


Tur dönüşü mekanımıza gittiğimizde, yağmur yüzünden bizim küçük koyda insan kalmamıştı. Yağmur da dinmiş ve ortalık mis gibi kokuyordu. Ben de kendime bomboş sahilde, bir süre yalnız keyif yapmayı hediye ettim. Çok güzel oldu gerçekten. Bir turist olarak, turizmden kaçmaya çalışmak imkansız ama böyle küçük anlar insanı iyileştirmeye yetiyor.

Ertesi sabah erkenden Koh Phangan'a geçtik. Pek gidesim yoktu, ama çalışabileceğimiz iki mekan vardı. Kendilerinden cevap gelmemiş olsa da şansımızı denemek istedik..

Not: Tüm yazılarımın editörlüğünü Emre yapıyor, yazım yanlışlarımın azalmasına şaşıranlara.. :)

4 Nisan 2012 Çarşamba

Yolda Olmak



Foto: Devianart-pinkparis1233

Bugün evimizi kapatıp, yolcu olalı tam bir yıl oldu.. Bulunduğumuz yerden ayrılıp, yeni bir yere gitmeden biraz önce kendime keyif kahvesi ısmarlamışken, konu ile ilgili bir şeyler yazasım geldi. :) Zaten bu blog yazma işi, kendimle vakit geçirme ve güzel kahve içme bahanesi gibi benim için. 

Geçtiğimiz bir yıl boyunca bir aydan fazla bir yerde kalmadık. Genelde bir hafta sonra, bazen iki gün sonra, hooop başka bir yere doğru gidiyor oluyoruz. Yorucu mu? Evet çok yorucu. Keyifli mi? Evet çoğunlukla, daha çok bağımlı gibiyiz, bir garip.

Kendi alanına ihtiyaç duyan bir insan olarak bazen gerçekten zorlanıyorum. Eskiden gittiğimiz her yerde, bir gece bile kalacak olsam, tüm çantamı boşaltır, ciddi şekilde çadıra, ya da odaya sanki uzun zaman kalacakmışım gibi yerleşirdim. Ve hiç üşenmezdim. Artık çanta toplamaktan bayıyor, neredeyse hiç boşaltmıyorum bile, elime ne gelirse onu giyiyorum. Eskiden kocaman bir sırt çantasına sığamaz, bir de ekstra küçük bir çanta ile yolculuk ederdim. Şimdi gerçekten tek bir sırt çantasına sığıyorum ve ağzına kadar dolu değil. Yeni bir şey alamıyorum pek, aldığım her şey ekstra yük olacak çünkü. Yine de fazla geliyor. Skolyozum olduğu için hiç iyi gelmiyor çanta taşımak, daha da minik 25 lt lik bir çanta ile seyahat etmeyi becerebilecek miyim acaba bir gün? Kıyafetten çok, koca karılar gibi taşıdığım aromatik yağlarım, masaj malzemelerim, tütsü, mum, boya kalemleri, defter gibi şeylerden arınmam lazım hafiflemek için.

Kendimi bildim bileli kullandığım bir parfümüm vardır benim, ortaokuldan beri sanırım. Son bir yıldır, Ankara'ya gittiğim zamanlar dışında hiç kullanmadım. Saçma bir ayrıntı olsa da, benim için ciddi bir değişiklik. Hayatım boyunca upuzun yeleli saçlı bir insan olarak, şu an oğlan çocuğu gibi kısacık saçlıyım; kendimi pek beğenmesem de çok rahatım. Neredeyse bir yıldır doğru dürüst boy aynası ile pek karşılaşmıyorum. İyi oluyor. O kadar çok incelerim ki hasta gibi ben kendimi, yolculuk ederken hiç zamanının olmaması böyle şeylere, çok iyi geliyor. :)

Neyse alakasız şeyler yazıyorum, ama anlatamayacağım kadar, küçük ama benim için önemli değişimlerim oldu bu yolda. Dönüşüyor olmayı seviyorum.

En çok şahane kedimizi ve yemek yapmayı özlüyorum. Son yıllarda ciddi şekilde sindirim sorunları çekiyorum ve et, süt ürünleri tüketmek istemiyorum. Yoldayken, birilerinin mekanında yaşarken, kendi istediğin şekilde beslenmek gerçekten zor. Sanırım en çok bu konuda sıkıntı çekiyorum. Emre de hemen hemen her Türk erkeği gibi etobur bir insan olarak, son bir yıldır hayatta yemeyeceği sebzeler tüketiyor, ve seviyor. :)






Sonra yüksek sesle müzik dinlemeyi, yattığım yerden güzel bir başucu lambası ile kitap okumayı, para hesabı yapmamayı, parasız kalırsak ailelerden birinin evine yemeğe gidip, deli gibi şahane yemekler yemeyi, pazar sabahı kahvaltılarımızı ve ev keyfini, işe gitmenin hastası olmasam da, para kazanmanın kendine verdiği özgüveni, dost sofralarını özlüyorum.  Annemi ve en çok anneannemi özlüyorum. Onunla email'leşemiyoruz da. Thailand'a gelmeden önce, bu kadar Türk yemeği kültürünü sevdiğimi  bilmiyordum. Tahin, pekmez, gözleme, börek, cacık, ev yapımı reçel ve likör, ve en çok rakı mezelerini özlüyorum.. Ve gün aşırı alakasız bir yemek sayıklayarak güne başlıyorum.

Uzaklardayken, ailenin yaşlı bireylerinin hasta olması, onların yanında olsak bir şey değişmeyecek olsa da, acaba bir daha görebilecekmiyiz kaygısı, üzücü olabiliyor.

Türkiye yolu nispeten daha kolaydı. Özellikle ekonomik açıdan, çalıştığımız hiç bir yere para ödememek büyük bir lüksmüş. Buralar bu açıdan oldukça zor. Thailand Türkiye'ye göre çok ucuz olsa da, işsiz güçsüz geziyor olmak hiç sürdürülebilir değil. Bir şekilde para kazanmayı öğrenmemiz gerek yolda.

Diğer yandan, hayatım boyunca yolculuk etmek istemişimdir. Özellikle lise yıllarımda. Buralara iki kız gelen Avrupalı genç turistlere bakınca, onların yaşında en iyi kız arkadaşımla yol yapıyor olmak bambaşka olurdu diye düşünüyorum. Türkiye'de o kadar çok sosyal baskı var ki üstümüzde, hepimizin üniversite okuması şart gibi mesela, sonra askerlik, sonra evlenmek şart gibi, iyi bir iş, yıllarca çalış, emekli olunca paran varsa biraz gezersin belki, gibi bir sistem var. Başkaları ne der? Bilmem kimin kızı, oğlu şurada iş bulmuş, bilmem ne.. Çoğumuz okuduğumuz bölümleri bile kendimiz seçemiyoruz. Puanımız neye yeterse, o bölüm mezunları oluyoruz. İş bulmak zaten ayrı bir kabus. Sonra dil öğrenmek lazım.. Sayamayacağım kadar çok baskı var. Tüm bunlar dünyanın diğer ülkeleri için de aşağı yukarı aynı olsa da, bizim ülkedeki kadar ahlaki, ve sosyal açıdan bu kadar yargı ve kıyaslamaya maruz kalan bir toplum olmak biraz farklı; buradaki Amerikalı, Avrupalı, Kanadalı, Avustralyalı  (çok mu gelişmiş?) insanlara bakınca.

O yüzden yerleşik yaşamı özlesem de, biraz da olsa kendimize bir boşluk yaratmışız gibi düşünüyorum, sürdürülebilir yaşam bahanesi ile. Ama bunu bir 10 yıl önce yapabilmiş olsaydım, şu anda yavrulamış olabilir, 3-5 yıllık süren yerleşik yaşam gerektiren, masaj  gibi konularda derinleşebilirdim. Sonuçta yolculuk etmek, kesinlikle ekolojik bir şey değil, her açıdan. Bunun farkında olsak da geziyoruz işte. Öyle eski zamanlardaki gibi yolculuk ederken kaybolunmuyor da zaten, en azından Thailand'da her yerde internet var. Bazen çok da uzaklaşmış gibi hissetmiyorum kendimi.

Gezdiğimiz yerler için hep en az 10 yıl önce görmeliydiniz buraları deniyor, ve bunu hissediyoruz. Belki 20 yıl geç kalmışız. Ama her şey olması gerektiği zamanda olmalı bakış açısından bakarsak, gittiğimiz mekanların görsel ve coğrafi özelliklerinden çok, en ilginç ve anlamlı kısmı, yeni insanlar ile tanışmak. O kadar çok insanın kişisel hikayelerini üstümüzde taşıyoruz ki, gerçekten çok keyifli. Mesela, ben bunları yazarken az önce yanımıza Avusturyalı bir adam oturdu. Sohbet etmeye başladık. Adam fosil arıyormuş, daha çok Thailand'ın kuzeyinde, madem geziyorsunuz, arkeoloji okumuşsunuz haziranda gelin beraber arayalım, tüm masraflarınızı karşılayım, bir şey bulursak kırışırız dedi. :) Gibi, sayamayacağım kadar, beklenmeyen durum ve haller içinde oluyoruz. Çok sevdiğim arkadaşlarımdan birinin dediği gibi, yolda istediğin herkes olabilirsin sanki. Kim olmayı istersen, o olabilirsin. Ve bu gerçekten çok rahatlatıcı.

Yolda iki kişi olmak, karı koca olma konusunda da yazayım bari. Bir yandan çok kolay ve rahat, diğer yandan zor. Herşeyden önce her ilişkide konuşulmadan birbirine bırakılan roller var, ve bu rollerin farkında olmuyor insan. Örneğin, benim Emre'den önce yol, yön bulma becerim gerçekten iyiydi, buradayken fark ettim ki, artık Emre'siz yön bulamıyorum, çünkü nedense bu işi yıllardır o yapıyor benim yerime, gibi örnekler çoğaltabilirim. Ben bireyselliğimi kaybetmekten çok korkan bir insanım, ve fark etmeden birbirimize çok bağımlı olmuşuz sekiz yılda. Bir diğer konu, ikimiz de karar verme konularında baskın insanlar değiliz, 'sen bilirsin', 'fark etmez'ler yolu zorlaştırabiliyor. :) Zaman zaman yolları ayırıp, tekrar buluşmak gerekiyor sanki. Çünkü ikimizin de ilgi alanları, yapmak istedikleri farklı olabiliyor.. Tüm bunların dışında çok da kolaylaştırıcı, özellikle kadınsanız. Bizi beraber gören erkekler yanaşmıyor hiç. Rahat oluyor benim için. :) Ve her koşulda güvenebileceğin biri ile olmak, gerçekten eşsiz.

Neyse çok dağıttım galiba. Bazen artık yetti mi, yerleşik hayata geçsek mi diyoruz. Diğer yandan daha evim diyebileceğimiz bir yer bulamadık. Ama hep çok şanslı olduk. Bir sürü seçeneğimiz varmış gibi. O kadar zordu ki ev kapatmak, işten ayrılmak, ailelere seçimimizi anlatmak, vazgeçtiklerimiz, bir daha bir yerde sabit olmaya korkuyor insan. Yani yorulsak da, daha gezme arsızlığım geçmedi. Bu bir yılda da öğrenmek istediklerimizden ne kadarını öğrendik, tartışılır. Yine de çok zevkli, ve seviyorum yolda olmayı, vize ve para derdi olmasa, daha nerelere nerelereee giderdik?:)

Böyle işte...

Foto: Erol Özlav- Kumkaka on devianart