26 Şubat 2012 Pazar

Nam Khong - Wilderness Wildfarm


Mae Hong Son'dan ayrılıp Pai'ye doğru giderken yolda Nam Khong bölgesinde indik. Wilderness'a ulaşabilmek için 1.5 km yokuş yukarı çantalar ile yürümemiz gerekiyordu.. Hemen bir pikap durdu, arkasında bizle beraber 3-5 Thai, ve ayaklarından bağlanmış domuzlar. :( Neyse sağolsunlar bizi  Wilderness'ın önünde bıraktılar. Peter'ın orada olup olmadığını bile bilmiyorduk. İlk başta terk edilmiş bir yer hissi veren ormanda yürümeye başladık, ve karşımıza hemen Peter çıktı. Tavuk kümesi yapmaya çalışıyordu.. Burası 30 yıllık eski bir lodge'muş. Peter Macar, 3 yıldır burada yaşıyor. Biyodinamik tarım ile ilgileniyor. Peter dışında, Alona adlı Rus bir kız da vardı, o da 2 aydır burada yaşıyormuş. Mekan çok büyük, yaklaşık 150-160 dönümlük bir yer. Kocaman bir orman içinde, ana yaşam alanı dışında çevrede bir sürü eski ağaç-ev var. Yapıların tamamı bambu ve tahta birleşimi. Vadinin aşağısında ekili alanlar ve çok güzel bir dere var. Gider gitmez hep beraber çok güzel bir bitki çayı içtik, ve hemen yerleştik mekana.   


Wilderness aslında benim gizlemek istediğim yerlerden biri. Ama bu kadar aylık deneyimlerimizden ve Peter'ın halinden anlaşıldığı üzere, 2 kişi bu kadar büyük bir arazi ile uğraşmak çok zor. Çok fazla yardıma ihtiyaç var. Ve mekanın primitif yaşam şartları, yılanlar ve böcekler herkese göre değil. O yüzden doğanın bu kadar içinde varolmayı çok isteyen insanlar   kalıyor sadece. Yani ben gizlesem de, gizlemesem de doğa eliyor gereken insanları.. Tüm bu ilkel görünen durumları ve takıntılı başak kadını olma halimi dengeleyen aromatik yağlarım sayesinde, hemen tütsüledim odamı, yastıklarımızı falan. Yağlarım her zaman kendimi iyi hissettiriyor.  Bu arada ben hep böcek ısırıkları için tea tree kullanırdım. Tiger balm daha başarılı.
Yerleştikten sonra şöyle etrafımıza baktıkça içimiz çiçek gibi açıldı.. Ağaç çeşitliliği, sincaplar, kelebekler ve inanılmaz kuşlar var, neredeyse 200'ün üstünde kuş türü varmış burada. Daha önce burayı ziyaret eden biyolog bir çift epey kuş gözlemi yapıp listelemişler varolan türleri.




Peter ve Alona'yı çok sevdik. İkisi de çok iyi niyetli, güzel ve sakin insanlar. Ortak yaşam alanında kocaman açık bir mutfak var, ortada dikdörtgen şeklinde bir çukur ve bir kaç kova kılıklı kabın içinde ateş yakıp, burada yemek pişiriyorlar. Oldukça sevimli, ama yemekleri ateşte yakmadan pişirmek özellikle pilav yapmak zor iş. (Peter çok kolay olduğunu söylese de.) Bulaşıklar kül ile yıkanıyor. İlk geldiğimde Alona'nın tırnaklarının içindeki kire kitlenmiştim. Sonra benim tırnaklarım kısa olsa da kül ve ateşte pişen yemeklerin isini çıkarmaya çalışırken aynı kıvama geldi:) Ve sıcak su olmadığı için mekanda bu kirler kolay kolay çıkmıyor. Neyse, kirlenmek güzeldir demek dışında yapacak bir şey yok. :) Ama bulaşık konusunda arap sabunu favorim. Kül de tuvalet gibi yerleri temizlemekte çok başarılı ve sirke tabii ki.. Wilderness'ta fark etmeden 10 aylık ekolojik yaşam deneyimlerimizde ne çok şey öğrenmiş olduğumuzu fark ettik. Diğer yandan da salça, tahin, arap sabunu gibi mükemmel lezzetleri ve gerekli malzemeleri yapmayı öğrenmemiş olmamıza üzüldüm..







Esas yapı, mutfak ve üst katı da olan mutfağa birleşik bir terastan oluşuyor. Güneye bakan bir tepenin kıyısına kurulmuş bir yapı, her yeri açık, manzara çok güzel, aşağıda küçük bir nehir var. Bu vadideki küçük ova da bu araziye dahil.




Sabah saat 6'da güne başlıyorduk, gece 11'de uyumuş oluyorduk. Ben genelde yemek ve temizlik kolu başkanıydım her zamanki gibi, bir de akşam gün batmadan tüm bitkilere su veriyordum. Yemek konusunda çok malzemen yoksa oldukça yaratıcı olabiliyormuşsun onu gördüm. Yemek yapmayı sevdiğimden, keyifli oluyordu Alona ile beraber mutfakta çalışmak. Hatta ocakta bazlama kılıklı bir şey bile yapmayı becerdim, ekmek özleminden. :) Vejeteryan yemekleri ağırlıklı olmak üzere çok güzel yemekler pişirdik ve patlayana kadar yedik. :) Emre de tavuk kümesini bitirdi, kompost tuvalet yaptı, su borularını tamir etti. Elinden her şey geliyor zaten Emre'min. :) 




Kümes

Buğday hasadı yaptık. Peter Meksika'dan getirmiş tohumları. Balıkçı Mustafa'nın buğdaylarından sonra bunlara buğday denemez tabi. :) Buğday kahvesi içtik, ve kahve bağımlısı biri olarak  ben bile çok sevdim. 
BUĞDAY KAHVESİ:
 Buğdayı ayıklayıp güneşte kurutuyorsun önce. Sonra normal kahve kavurur gibi ateşte kavuruyorsun. Sonra öğütücüde istediğin irilikte çek, yine kahve gibi. Pişireceğin zaman bardak başına bir çorba kaşığı koyup önce ateşte hafifce ısıt, kokusu çıksın, sonra da üzerine su ekleyip kaynat. Süzdükten sonra, iç. Hem kafeinsiz, hem de kahve gibi leziz. Ayrıca aynı kahveyi tekrar tekrar kaynatıp içebiliyorsun.

 Buğdayların yanında küçük bir sebze bahçesi var. Turp, lahana, fasulye, mısır, havuç, soğan gibi şeyler ekili. Bunların yanı sıra bol bol papaya, mango, jack fruit, muz, ve ananas ekili. Hiç görmediğimiz çeşitlikte patlıcan var. Yuvarlak şekilde bile patlıcan mevcut.Tüm arazi kurak mevsimde olduğumuz için sanırım, kendiliğinden malçlı gibi. Her yer kocaman yapraklar ile örtülü. Gündüz ve gece arasında çok fazla ısı farkı var. Hatta ilk sabah yağmur yağıyor zannettik, halbuki ısı farkı ve yoğunlaşmadan dolayı sabaha karşı nem çöküyor, ilk kez böyle bir şey gördüm hayatımda.

 Peter

 İnanılmaz lezzetli muzlar yedik. Daha önce hiç muz yememişiz sanırım. Ve Muz hasadı yaptı Emre. Muzlar biraz gelilştikten sonra çiçeğini kesmek gerekiyor. Enerjisini meyvelere verebilsin diye. Böylece daha lezzetli ve tatlı muzlar oluyor. Hasada yakın bir muz salkımı bulunca, ağacı dibine yakın bir yerden kesmek gerekiyormuş. Sonra muz salkımını ayırıp, kesilmiş olan ağacın gövdesini de mümkün olduğu kadar küçük parçalara ayırarak, diğer muz ağaçlarının dibine yığıyoruz. Ağacın çok sulu gövdesi ve kurumuş yaprakları ile birlikte ideal bir kompost-besin kaynağı oluyor diğer ağaçlar için. Kesilen ağacın kenarlarından bazen de gövdelerinden yeni bir muz ağacı çıkıyor, bu döngü 1 yıl sürüyor. Muz o kadar çok ki, sirkesi, şarabı, reçeli her şey mevcut. Nefis muzlar yedik gerçekten. Hatta muzun çiçeğini 1 saat kaynatıp, sonra küçük küçük kesip, soğan ve sarmısak ile soteleyince nefis bir yemek oluyor. İlk kez kahve bitkisi ile tanıştık. Gölge seviyorlarmış. Yılda bir kaç kez ürün alabiliyorsun. Ve tavukların dadanmadığı bir bitki. Wilderness'taki tüm kahveler bebekti. Çok ciciler, büyüyünce beyaz çiçekleri ve kahve keseleri oluşuyormuş. Arazide bir de  susam ekili. Susam bitkisine hiç böcek bulaşmazmış ve yanında yabani ot da barındırmıyormuş. Denemek lazım yabani ot istenmeyen yerde.

Ananas
Kahvecik:)

Yaklaşık 8 gün kalmamıza rağmen çok fazla ilginç şey öğrendik.  Sonra ekibe Ali adlı İranlı biri daha katıldı. Gerçekten çok güzel çalıştık, çok keyifli sohbetler ettik, çok güldük. Arada kalmaya gelen Arjantinli, Alman, İtalyan tatilciler ile de tanıştık. Tüm gezen gençlik, kendi ülke politikalarından ve genel gidişattan şikayetçi. Hepimiz çok farklı ama çok aynıyız. Çok zevkli bir sürü insan ile tanışmak. Wilderness'ta çok merak ettiğim Agnihotra uygulamasını da görmüş ve deneyimlemiş oldum. Erken kalkıp yatmak, bedenime ve zihnime iyi geldi.. Peter'ın sakinliği ve anlattığı güzel hikayeler, rüyalarımıza renk kattı..Ayrıca orada kalmak bütçeye de iyi geldi. :)  Günlük iki kişi yemek ve kalmak dahil 300 baht verdik. Ucuz olsa da buralarda parasız yemek karşılığı çalışmak zor görünüyor. Türkiye iyiydi o açıdan. Daha uzun kalmak isterdik, ama çok fazla merak ettiğimiz yer var. Ve çok gezdik, gereksiz para harcadık. Öğrenmek istediklerimizi öğrenebilmek için vakit, para ve vize işlerini yetiştirmemiz gerekecek. Ama bir arazide en az bir ay kalmadan, yeterince yararlı olamıyorsun.. İşte bugünlerde planlama ve para işlerini ayarlamaya çalışıyoruz.

Buradan Tacomapai'ye geçiyoruz, en az iki hafta da orada çalışmayı planlıyoruz..

21 Şubat 2012 Salı

Mae Hong Son


Pai'den sonra çok kopuk bir otobüs ile Mae Hong Son'a gittik. Öyle ki, benim bile dizlerim sığmıyordu koltuğa. :) Çok sıcak olmasına rağmen, bu Thai'ler asla ter kokmuyor. Otobüste lahmacunumsu pis bir koku yok yani. :)

 Yolda değişik Thai insan manzaraları.. Kızlar da, erkekler de, çocuklar da çok güzeller.. Adım başı Monk - rahip görüyorsun. Kimi açık sarı kıyafetli, kimi turuncu. Aralarındaki farkı anlayamadım. Tüm Thai erkekler hayatında kısa bir süre de olsa  monk olurmuş, büyük prestijmiş bu.
Bu tatlı adamın  elindeki keman gibi bir şey, bambunun içinde arşesi var,  metal zamazingo da ses yükseltici. Aletin resonans yaratacak bir gövdesi olmadığı için yaratıcılığını kullanmış. :)
Mae Hong Son,  Pai ve Chiang Mai gibi turistik bir şehir değil, çok az insanın İngilizce bilmesinden anlaşılıyor. Ve daha ucuz. Çok sevimli, küçük bir şehir, çevresi milli parklar, mağaralar, şelaleler, Vipasana uygulanan Wat'lar , uzun boyunlu kabilelerin köyleri, kahve ve çay yetiştirilen küçük tarlalar ile dolu. Yine eğer motor kiralamazsanız, çevresini gezmek zor. Ucuza güzel bir guesthouse'a yerleştik, odamızdan göl ve tapınak manzarası. Tüm Thailand'da gün çok erken başlıyor, ve gece saat 23'den sonra tüm tezgahlar, kafeler kapanıyor..
Ertesi gün erkenden kalkıp motor kiraladık, Fish Cave'e gittik, Tham Pla milli parkları içinde.. Balıklar mağarada olmasa da, derenin suyu o kadar berrak ki, her yer balık kaynıyordu.. Burada Sazan balıkları kutsal, o yüzden kimse dokunmuyor onlara, anneannemin anlattığı çok güzel bir Rus masalı vardı, o masaldaki balık çizimleri gibiler gerçekten, kocaman ve muhteşemler.




.


Sonra bir kaç şelale ve köy gezdik. Çok fena çöp ve plastik dağları ile doluydu her yer. Bir de yaşadıkları yerin dibinde tüm çöplerini yakıyorlar. Akşam üstü, her yer yanan çöplerden kaynaklanan sis ve pis bir yanık kokusu ile doluyor, epey üzücü. Ayrıca ormanların kenarında ateş yakıp gidiyorlar, yanan yerlerde çok  pahalıya satabildikleri bir mantar çıkıyormuş yağmurlar başlayınca. O yüzden her yeri yakıp gidiyor köylüler, ve zaman zaman bu yüzden ormanlar da yanıyor.. İnsan her yerde insan ve para deyince akan sular duruyor her yerde maalesef..
Akşam, şehre yukarıdan bakan Wat Prathat Doi Kong Mu adlı tapınağa gittik, ve tüm şehiri çöp dumanı basmıştı.. Hemen yanındaki kafede harika bir gün batışı izledik ve nefis Thai kahvelerinden içtik:)


Yukarıdan bakınca, aslında bizim ülkeyi andıran yanları var şehrin. 
Tek fark çirkin yapılaşma yok, çingene pembesi, yeşil, saçma sapan beton binalar yok, ve tabi ki bu şehrin tüm ruhunu değiştiriyor.  


 Bu arada Couch Surfing'e üye olduk. Bu sayede bir sürü yeni insan ile tanışabiliyoruz. Janis adlı bir İsveç'li ile tanıştık. 3 yıldır Mae Hong Son'da yaşıyormuş. Onunla kahve içip, merak ettiğimiz  sosyolojik soruların bir kısmına yanıt bulmuş olduk. Mae Hong Son 1950'lerde uyuşturucu ticareti yaygın olan bir yermiş, ve şehrin ekonomisi bu şekilde dönüyormuş. Şu anda Thai'ler fark etmese de yerli halk geçimini mülteci kamplarından sağlıyormuş. Yaklaşık 18 bin kişilik bir mülteci kampı var bu bölge'de. Burma'lı mülteciler. Ve çok yakında bu kamp kapandığında çok büyük bir kriz bekliyormuş yerel halkı. Biz de Long Neck kabilesini ziyaret ettik. Onlar da Burma'lı mülteciler, Thai'ler giriş için 250 baht para alıyorlar, bu parayı da mültecilerin günlük ihtiyaçlarını karşılamak için aldıklarını iddia ediyorlar ama Janis'in dediğine göre bu para onlara gitmiyormuş.






Mae Hong Son'daki son günümüzde Janis'in evine yemeğe gittik. Ve Janis sayesinde ekmek ve ev yapımı yoğurt bulduk. Ben patates yemeği pişirdim pilav ile, Emre cacık, Janis de salata ile tatlı yaptı. Sonunda doyduk ve mideler bayram etti. Janis de buradaki tüm yabancılar gibi İngilizce öğretmenliği yapıyor. Bir kaç Thai öğrencisi de geldi. Thai'ce çok acayip bir dil. Aynı kelime birden çok anlama gelebiliyor, farklı ses tonları ile değişiyor anlam. O yüzden öğrenmesi zor.

Janis ve Chewbacca

Mae Hong Son'dan sonra aylaklığa övgüden çıkıp internetten bulduğumuz bir çiftliğe gitmeye niyet ettik. Adam telefonunu açmasa ve mail'lerimize cevap vermese de, internet sitesinde 'beni bulamazsanız bile gelip her zaman ateş yakabilirsiniz ocakta, ve battaniye bulabilirsiniz döşekte', yazıyordu. Hem ucuz, hem de çok ilginç bir yere benziyordu.. Gidip şansımızı denemeye karar verdik...

11 Şubat 2012 Cumartesi

Pai

 Pai..
Gerçekten nefis bir yer.. Eskiden çok ucuz ve parasız hippilerin geldiği bir yermiş Pai. 2005'te çok büyük bir sel olmuş ve bütün şehir yeniden yapılanmış.. Şimdilerde de hippi bir yer diyebiliriz. Ama daha çok Avrupalı zengin hippilerin ya da orta yaşlı eski hippilerin mekanı denebilir.. Şimdi her yerde küçük kafeler, güzel barlar, renkli dükkanlar var. Kaş gibi, küçük ve cici bir yer. Her dükkanda, bakkalda güzel müziklerin çaldığı, bol bol dreadlock'lı insan görebileceğiniz, küçük ama çok sevimli bir yer Pai. Diğer yandan çok Thailand gibi değil sanki, minik bir Avrupa şehrine benziyor, herkes İngilice biliyor. Neyse, biz çok sevdik ama..
Geleneksel olarak, bir şehre gittiğimizde birimiz bir kafede oturup, eşyaları gözetip kahve içerken, diğerleri Lonely Planet seçenekleri dışında kalacak yer bakıyor. Ve genelde en tembel ben olduğum için, kahve keyfi yapan ben oluyorum. Bu arada Thailand'da güzel kahve bulamam ve azaltırım sanıyordum. Hiç öyle olmadı, her yerde taze ve mis kahve bulmak mümkün. O yüzden en sevdiğim ülke burası olabilir. :) Neyse, ben aylaklığa övgü halindeyken Işıl ve Emre kalacak yer buldular.



İçinde duş ve tuvalet olmayan oda ve ağaç evimsi mekanlarda iki kişi günlüğü 200 Baht'a kalmak mümkün.. Çok sevdik biz odamızı. Çadırda kalmaya alıştığımız için, hava almayan dört duvarlı bir yer çok havasız geliyor. Bu sevimli mekan, çadırdan daha büyük, içi cibinlikli, havadar ve muhteşem manzaralıydı.. Uyanınca direk kuşlar, ve aşağıda gördüğünüz manzara ile güne başlıyorduk..


Manzaramız..


İlk gece Işıl, Emre, ben keyiften ve gülümsemekten yanak kaslarımızın ağrıdığı bir gece geçirdik. :) Thailand genelinde en pahalı şey şarap ve en ucuz şey viski sanki. İlk gece bir şişe bitkisel viski aldık üçümüz, şişesi 120 Baht yani 7 TL falan.. Bizim habe habelere duyurulur. :) Sokakta keyifli bir barda, Beatles ve blues dinleyerek çok güzel muhabbetler ettik.. Işıl da deneyimlerini güzel anlatan bir hatun. Kendini sıkışmış hissettiğinde, Kamboçya'da fark ettiği üzere,  hepimizin aslında sandığımızdan çok alanı olduğunu söylüyor. Gök kubbe altında özgürüz ve gidecek çok seçeneğimiz var.. Işıl'ı tanıyorsanız, o anlatsın size Kamboçya deneyimini. :) Gerçekten bana çok iyi gelen bir hikaye anlattı bize..


 Gece çok soğuktu.. Doğa'yı dinleyip şalımı, kazağımı ve patiklerimi aldığım için memnunum. İnsanın Bangkok'ta yanarken aklına kalın bir şeyler almak hiç gelmiyor. :) Bizim bünyeler zaten her koşula adapte olmaya çalışıyor sanırım. Ankara ve İstanbul'da don, Bangkok ve Ayutthaya'da yan, Chiang Mai'de gündüz yan, gece serinle. Pai'de gündüz kavrul gece don. :) 
Ertesi gün uyanır uyanmaz motor kiraladık Emre ile. Etraf yemyeşil nefis, en kuru dönem olmasına rağmen. Direk Tacomapai'ye gittik, doğal mimari ve doğal tarım mekanı. Gittiğimizde öğle vaktiydi, her yer çok kuru geldi. Fakat bana bile fazla hippi mekanıymış ve sanki pek bir iş yapılmıyormuş gibi gelen bu mekan hakkında çok fazla iyi şey duyduk. Yakınlarda oraya gidip çalışacağız. Sonra motor ile gezerken bir fil mekanına geldik. Bana tüm fillerin durumları çok üzücü geliyor. Hepsi ayaklarından zincir ile bağlılar. Ama isteseler, o dandik kulübeyi ve bağlı oldukları yeri yıkarlar. Seda bir fil turuna gitmişti. Onun dediğine göre, küçüklüklerinden beri bağlandıkları için, filler koşullanmış bu duruma.. Yine de buralarda özgür fil var mı, merak ediyorum. Chiang Mai'de daha önce Başak ve Zeynep'in anlattığı fil rehabilitasyon merkezine çalışmaya gitmek istiyoruz bir ara. Ama fil pisliği temizlemek için bile biraz pahalı bir yer.


Sonra geze geze şelale, Çin köyü, Pai'nin güzel dağlarını, tepelerini gördük iki gün. Sırt çantalarımız çok büyük olmasa da motora binmek zor onlarla. Bir Tuk Tuk'umuz olsa ne güzel olurdu, müzik dinleye dinleye gezer, dağlarda kalırdık:)






Dikkat! Kayar olunur aşağıya.


Buralarda dereler, şelaleler çok güzel olsa da, biz çok şımarmışız Kaz dağlarında.. İçine girip, kurbağa gibi yüzdüğümüz suyu içemedikten sonra, nereye kadar? :)
Kısacası aylaklığa övgü halinde, güzel zamanlar geçirdik Pai'de.. Yaklaşık dört gün kaldık sanırım. Seda da fil turundan dönünce, yine dörtlü olarak, gündüz Emre ile motor, akşam kızlar ile sohbet, muhabbet, bar keyfi.. Buralarda tüm barlar gece 11'de kapanıyor. Cici cici mekanlar olsa da, müzik konusunda da çevremizde harika müzisyenler olduğu için, oldukça şımarığız.  Tüm guruplar fazla amatör geliyor, ama görünüş olarak çok havalılar. Devrim, Fatih, Sinem, Kuzey, Murillo, Orhan, Onur, Kubilay başta olmak üzere, hepimiz buralara yerleşsek pek güzel işler olur. :)






Because of the Babylon and the situation:)

Gittiğimiz her yerde kalsak daha da kalınır. O yüzden çok uzatmamaya çalışarak, Seda ve Işıl ile vedalaşıp, Mae Hong Son'a geçtik Emre ile..




7 Şubat 2012 Salı

Chiang Mai

    Hızlı yolculuk ettiğimizde, Kızılderililere göre ruh bedene yetişemezmiş. Kızılderililer seyahat ettiklerinde sık sık yolda oturup, ruhlarının bedenlerine yetişmesini beklerlermiş.. Bizim de ruhlarımız bedenlerimize Chiang Mai'de yetişti sanki. İlk kez orada ruhen, bedenen olduğumuz yere varabildiğimizi hissettik.
   Chiang Mai, çok güzel bir yer. Eski kale içinde kaldık. Aslında bir o kadar da turistik bir yer. İnsan çok saçma bir varlık. Bir yandan her şeyin birbirine benzemesine, tek düzeliğine, ve globalizme laf ediyor, diğer yandan bilmediği, görmediği, alışık olmadığı bir yerde panikliyor. Ben oldukça paniklemişim Bangkok'ta. Üstelik çok güvenli, mis gibi bir evde kalıp, her konuda yardımcı olan bir arkadaşımızın yanındayken.. Trafik, yemekler, kokular.. Sık sık, 'burası böyle ise Hindistan nasıl acabaa?', dedim. Sanırım Bangkok'tan değil de, Hindistandan korktum. :) Çok komik..
Halbuki Chiang Mai, bildiğiniz Avrupa gibi. Tertemiz, sokak hayvanlarının hali iyi. Yabancı turist bolluğundan, her şeyi bulabileceğiniz, cici cici barların, kafelerin olduğu bir yer. Ve turistik olduğu için de pahalı tabi ki. Orada kendimi çok iyi hissedince kızdım kendime. Hem çeşit, istiyorsun, yereli görmek istiyorsun, hem de bildiğin dünyaya yakın bir şeyler görünce kendini iyi hissediyorsun diye.. Neyse işte, insan olma halleri..

  Chiang Mai 'de gerçekten çok iyi vakit geçirdik. Önce iki kişi 300 Baht'a bir oda bulup, yerleştik. Sonra para durumunun zorlaması sonucunda, iki kişi tek kişilik yatağı olan bir odada 200 Baht'a yerleşince hayat biraz ucuzlar gibi oldu. :) Burası öyle Hindistan için anlatıldığı gibi çok da ucuz bir yer değil. Özellikle ekim ile mart ayları arasında, yani turistik sezonda. İki kişi günlük 1000 Baht, yani yaklaşık 50 TL harcıyoruz şu anda. Ama öyle bir paramız yok aslında, neredeyse yarı yarıya indirmemiz lazım harcamalarımızı. Tüm bu para hallerinden dolayı, masaj okulu, masaj terapisi almak biraz lüks kaçıyor şimdilik. Her yerdeki gibi, paran varsa her şey mis. Yine de Thailand'da her bütçeye, ve keyif haline göre seçenekleriniz var.

Seda'dan sonra, Chiag Mai'de Işıl ile buluştuk. Böylece dört kişi olduk. :) Ama kalabalık olmanın, yemek ve yol masraflarını paylaşmak anlamında kolaylaştırıcı yanları var. Işıl'ı Hızır'dan tanıyoruz. Yaklaşık 5 yıldır görüşmüyorduk. O da 3 aydır Thailand'da tek başına geziyor. Süper yol hikayeleri dinledik. İlk Chiang Mai'ye vardığımızda Emre uyurken, biz üç kız bar'da bira içip, tipik kızlar şeklinde özellerimizi hemen paylaştık birbirimiz ile. :) Bir sürü tatlı insan ile tanıştık. Keyifliydi çok. Güzel vakit geçiriyoruz  dördümüz.



Ulaşım ve gezmek çok pahalıya geliyor tuk tuk, taksi ve diğer ulaşım yolları ile. Chiang Mai'de motor kiralayınca günlük 140-200 baht arası hayat oldukça  kolaylaştı ve ufkumuz açıldı bir anda.. Şehir merkezine takılı kalmadık. Ucuza bol bol gezmiş olduk Emre ile. Böylece istediğimiz zaman yalnızca vakit geçirebiliyor da olduk. Sırt çantalarımız ile motora atlayıp gezebilsek, dağlarda çok ucuza bir sürü kalma şekli de varmış, onu gördük. Şehirde trafik çok korkunç. Arabalar hiiç ilerlemiyor. Motorla aralardan yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidiyorsun. Bilgisayar oyunu gibi. Bizim Köklü ailesinin buralarda motor kullanmayı neden sevdiğini de anlamış olduk. :) Ama oldukça güvenli yollar. Trafik kilitlense de, kimsenin kimseye bağırdığını, yolunu kesip sıkıştırdığını, vs. görmedik. Türkiye'de ne çok öküz var diye düşünüyor insan.. Yani kısacası ilk şoku atlatınca, ne kadar güler yüzlü, rahat ve yumuşak bir ülkede olduğunu anlıyor insan. Bir de bizim başımıza ne gelirse gelsin, danışabileceğimiz Doğa gibi bir arkadaşımız var, uzun süredir buralarda. O yüzden daha da bir rahat ve huzurluyuz sanki.. Arada komik komik adrenalin dolu maceralar da atlatmadık değil tabi:)
 Kız başına gezmek de kolay görünüyor. Gece tek başıma yürürken kimsenin laf attığını, rahatsız ettiğini görmedim. Sadece ara ara güler yüzleri ile kazıklamaya çalışıyorlar seni. Ama fiyatlara alışınca, neyin ne kadar olması gerektiğini de biliyor oluyorsun.


Doi Suthep tapınağını, orkide bahçeleri, bir arboretum, ve şelalelerde gezdik Emre ile. Şelale şehrin içinde, muhtemelen Ankara'nın Eymir'i gibi bir yer. Ama bize yedi göller gibi kocaamaaan bir ormandaymışız hissi geliyor hep. İlk Banyan ağacımızı da görmüş olduk bu arada. :) Burada doğa inanılmaz.. Ve sık sık daha hiç bir şey görmediğimizi hatırlatıyoruz birbirimize. Oldukça heyecan verici. O kadar çok resim var ki, öyle rastgele bir şeyler ekleyebiliyorum. Tek tek seçmek ayrı bir mesai. Küçük bir foto makinesi almıştık, taşıması kolay olsun diye. Ama eski güzel lensli foto makinemizi taşımaya üşenmemiş olsaydık, inanılmaz kuş ve bitki çeşitliliğini resmetmek daha kolay olurdu..












Yazılacak çok şey var aslında. Yemek durumları gıcık biraz. Bir kaç sene önce gelseydim çok memnun olabilirdim, ama şimdi her şeyin için de soya sosu, kızartma, şeker, MSG denilen katkı malzemesi olduğunu bilmek ve tadını almak, sinir. Meyveler mis olsa da, nerede nasıl yetişiyor acaba? Tüm öğrendiklerimiz hayatımızı kolaylaştırmaktan çok zorlaştırıyor bazen. Her yemeğin içinde soya sosu, hindistan cevizi sütü, köri, kişniş ve limon otu var. O yüzden lezzetliler, ama ne yediğini anlayamıyorsun. Chiang Mai'de harika bir vejeteryan lokantası bulduk. Kendi ürünlerini kendileri yetiştiriyorlar, MSG kullanmıyoruz yazıyor. Muhteşemdi yemekler.. Ama sokakta yemek yemediğin sürece, hayat pahalı. Sokakta da neyin için de ne var anlamıyorsun. Sebze zannettiğin bir şeyin içinde böcek olabiliyor:)

Bir diğer konu, inanılmaz bir plastik tüketimi. Ben böyle şey görmedim. 2 cm.lik bir yiyecek için, 15 cm.lik plastik poşetler var. Suların ağzı da ekstra plastik bantlı. Görmeniz lazım, biraz anormal. Sokaklarda çöp tenekesi falan yok, aynı bizim ülkedeki gibi. Kuzeye çıktıkça, insanların zenginlik seviyesi, ve hayvanların durumu iyileşiyor sanki.. Yine de bizi görünce yerel halkın gözleri parlıyor, dolar olarak görünüyoruz.. Avrupa'lı turistlere çok ucuz geliyor buralar tabi. Adım başı fil turu, bir şey turu var. Turlar bize çok turistik ve pahalı geldiğinden, öyle durumlara dahil olmuyoruz. Motor ile geziyoruz gezebildiğimiz kadar. Emre de çok keyif alıyor motordan.

Bazı yerler, Türkiye'deki gibi bir anda turist akımına uğramış. Ve yavaş yavaş yerel halk bizim Antalya yerlileri gibi 'para ver para, gerisi önemli değil', şeklinde.. Ama burada Türkiye'deki gibi inşaat içinde yaşıyormuşsun gibi bir his yok. Çok şükür, daha yol çalışması, vs. gibi pis durumlar ile perişan olmuş bir dağ, orman görmedik.. Sadece Bangkok'ta kanalların içine tuvalet atıkları, plastik çöpler, hayvan ölüleri, yüzen ve bulaşık yıkayan insanlar gördük. Bangkok dışında sokakların bok koktuğunu da görmedik..







Uzun zamandır böyle paralı turist gibi gezmediğimiz için, bazen çok amaçsız hissediyoruz kendimizi. Türkiye'de çalıştığımız eko mimari kursunda edindiğimiz bağlantılar sayesidne, uzun zamandır yazıştığımız, Pun Pun adında, permakültür ve doğal mimari gibi güzel işler yapan bir yer ile yazışıyorduk. Hatta bize davetiye gönderdiler. Son yazışmamızda, bütçemizi aşan günlük belli bir miktar para talep ettiklerinden bahsedip bahsetmediklerini sordular, biraz sinirimiz bozuldu. Türkiye'deki gibi kolay ve öğretici olamayacak sanırım, gönüllü yaşam ve buradaki yolumuz.. Bir kaç yer ile daha yazıştık, haber bekliyoruz. Tacomapai en ucuzu gibi görünüyor şimdilik. Ama ne öğreneceksek daha yerel, daha turistlere yönelik olmayan, minimal yerlerden öğreneceğiz gibi. Bakalım, umuyorum ki yavaş yavaş yolumuzu bulacağız..

Şu an Pai'deyiz. Burası için ayrıca yazacağım. Bugün bu diyarlardaki ilk dolunayımız. :) Ay bile değişik sanki. :) Türkiye'de ayın yüzü, gözleri bize doğru düz bakar, burada ay kafasını sağa çevirmiş gibi yan bakıyor, desem bir şey anlaşılır mı acaba? :)

Şimdilik böyle işte; keyifliyiz, şaşkınız, heyecanlıyız, meraklıyız ama huzurluyuz ve sanki çok özgürüz.. :)