29 Aralık 2012 Cumartesi

Green School (Yeşil Okul)


Bundan sanıyorum üç yıl kadar önce permakültür, doğal yapılar, yaşamayı dilediğimiz dünya için şehirde ve kırsalda kişisel olarak uygulayabileceklerimizden habersiz dört duvar arasında yaşıyor iken izlemiştik bu video'yu. O gün Bali'ye gitme hayalleri kurmuştuk ve bunun gerçekleşme ihtimali olmadığını , Bali'ye gitmek için çok zengin olmamız gerektiğini düşünüyorduk. Gel gör ki oldu, hem de zengin olmamız gerekmedi gitmek için :) Hem Bali'de, hem Green School'da bulunduk. İkisi de hayal ettiğimizden farklı çıktı, ama yine de özellikle Green School'da bulunmak ilham vericiydi.






Bulunduğumuz bir çok ekolojik proje ve çiftlik, maalesef çoğunlukla erkek egemen topluluklar ve çok az çocuk var. İnsanlar çocuk doğurunca eğitim ve bir çocuğun ihtiyaç duyduğu sosyal yaşam gibi sebeplerden ötürü yeniden şehre taşınmak durumunda kalıyor. Green School gibi örnekler çok az ve maalesef çoğunlukla zengin ailelerin çocuklarına yönelik.


Her neyse, Green School'un olduğu arazi epey büyük ve muhteşem. Bali'nin kültür merkezi Ubud'a yaklaşık 10 kilometre mesafede güzel bir vadiye kurulmuş. Arazi içinde su ihtiyacını karşılayacak ve yüzülebilecek bir dere bile var.




 Her yer yemyeşil, yapılar doğayla uyumlu ve çok yenilikçi. Bambudan neler neler yapılmaz ki? İnanılmaz bir yer, her yaş gurubu için eğitim var. Yaklaşık 270 öğrenci var fakat bunların arasında sadece 22 tane burslu Endonezyalı öğrenci var. Gerisi zengin batılıların çocukları. Bu sebepten ötürü Bali'deyken çok da fazla gitmek istememiştik bu yere. Fakat gidince büyülenmemek mümkün değil. Zengine ya da değil, oradan mezun olan bir kişinin son derece özgüvenli, bir çok yeteneğe sahip, özgür bir birey olacağı kesin.



Yukarıdaki kısa TED filminde okulun geçmişi anlatılıyor, ama buradan biraz daha detay verilebilir. John Hardy ve eşi, Bali'ye 70li yıllarda yerleşenlerden. Geldiklerinde takı yapıp satarak para kazanıyorlarmış ve zamanla işler iyice büyümüş, uluslararası çalışmaya başlamışlar ve sonunda büyük bir şirkete sahip olmuşlar. 2000'li yıllarda ise Green School fikri akıllarına iyice yerleşmiş ve tüm malvarlıklarını birkaç yıl süren pazarlıklarla satıp bu projeye adamışlar. Kendileri zaten tasarımcı oldukları için orjinal fikirlerle ortaya çıkmışlar. Yerel malzemeler kullanmak, doğaya saygılı ve uyumlu binalar inşa etmek istiyorlarmış, ama kafalarındaki projeleri gerçekleştirecek bir bambu inşaat / mobilya şirketi bulamadıkları için, açık fikirli bazı bambu ustalarını toplayarak kendi bambu şirketlerini kurmaya karar vermişler. Fotoğraflarda gördüğünüz bu  harika yapılar ve mobilyalar da tamamen kendi tasarımları ve yerel ustaların elinden çıkma.


Dışarıdan bakıldığında herşeyiyle kusursuz görünen bu okulun da kendi içinde tutarsızlıkları olduğunu eklemek lazım. Bali'deyken brlikte çalıştığımız Chakra, okulun kuruluş aşamasında kompost tuvaletlerden  enerji sistemlerine birçok konuda onlarla çalışmış ve okul açıldıktan sonra burada permakültür öğretmeni olarak çalışacağında anlaşmışlar. Anlaşmanın şartlarından biri de toplam öğrenci sayısının en az %30'unun Endonezyalı, yani Balili çocuklar olacağıymış. O günlerde bu iş yüzünden kendisi için çok önemli bir uluslararası teklifi reddeden Chakra, bir süre sonra okul idarecilerinin maddi hırsları yüzünden işi bırakmaya karar vermiş. Yanı sıra, gösteriş merakından dolayı anlamsız miktarlarda paranın işlevsiz projelere yatırıldığını da ekliyor. Bunlar kendi deneyimlerinden elde ettiği görüşler ve biz de kendisiyle zaman geçirirken öğrendik bu içeriden gelen bilgileri. Herkesin deneyimi ve görüşünün farklı olacağını da ekleyerek, gidip görmemizi tavsiye etti Green School'u. İyi ki de gitmişiz, herşeyin dışında gerçekten çok  önemli, belki türünün tek örneği diyebileceğimiz ütopik bir eğitim merkezi ile karşılaştık, tüm duyularımıza hitap eden, rüyalardan fırlamış bir okul gördük. Sadece parası olan batılılara hitap etse de. Şu günlerde, yandaki araziyi satın alıp kurdukları 'Green Village' (Yeşil Köy) projesi de, müşterilerin satışına sunulmuş durumda. Zengine eko-köy yani.


Bu arada eklememiz lazım, çünkü sürekli parası olanlara yönelik bir okul olduğundan bahsediyoruz Yeşil Okul'un, fakat yıllık öğrenim ücretleri şu anda Türkiye'nin herhangi bir özel okulu veya üniversitesinden daha ucuz. Bu da göz önünde bulundurulsun.

Eğitim sisteminin içeriği ile ilgili çok bilgimiz yok, katıldığımız tur oldukça yüzeysel ve potansiyel müşterilere yönelikti. Biz de tur boyunca devam eden 'tur için ücret almıyoruz ama bağış yaparsanız çok seviniriz' baskılarından biraz sıkılıp, tur sonunda hocalarla sohbeti koyulaştırmak yerine kendimiz çevreyi gezmeye başladık. Yapılar gerçekten göz kamaştırıcı, güneş panelleri, kompost tuvaletler, biyogaz sistemleri, soyu tükenmekte olan Bali kuşlarını koruyarak yeniden doğaya salma projeleri, doğal hijyen ürünleri ve gıdaları ve daha neler neler...


Her yaş grubundan öğrenci, eğitim senesinin başında kendi küçük pirinç tarlalarını ve sebze bahçelerini ekiyor, sene sonunda kendi yetiştirdikleri bu ürünlerle pişirdikleri yemekleri birlikte tüketiyorlar.



Hele ki müzik dersi esnasında şans eseri karşılaştığımız bir performans gözlerimizi yaşarttı. Lisede aldığımız klasik müzik eğitiminde yaşadığımız baskıyla kıyaslayınca hala gözlerimiz doluyor. Her okulda varolan bilim ve sosyal bilim derslerinin yanı sıra sanat ve spor faaliyetleri son derece dengeli görünüyor. Ağaçların arasında harika bir yoga platformu, okulun ortasında meditasyon ve 'enerji temizliği' için yerleştirilmiş kocaman bir kristal var.




Katıldığımız turda bizi gezdiren bir Yeşil Okul öğretmeni olan Ben, o güne kadar orayı ziyaret etmiş ilk Türkler'in biz olduğunu söyleyince sevinsek mi üzülsek mi bilemedik. Umarız bizden sonra da buraları görme fırsatı bulacak Türkler'le karşılaşırlar.



Dileriz Türkiye'de sadece zengin aile çocuklarına değil herkese açık bu tip okullar kurulur ve gelişir, o zaman benim de doğurma olasılığım artar.:)





18 Aralık 2012 Salı

Bali: Kültürü ve Dini hakkında..


Kutsal maskeler, korkunç suratlı şeytan kaçırıcı heykeller, yosun tutmuş inanılmaz tapınak mimarileri ve doymak bilmez aç tanrı ve şeytanlara adanan yemekler ile Bali'de hayat bir ritüel.


Galungan kutlamaları sırasında, Balili rahip dua okurken..


Bali'nin en önemli festivallerinden Galungan'da, Ubud'daki küçük bir tapınak seremonisinde okunan duanın bir kısmı. Ağustos 2012.

İnsanların günlük yaşamları ve inanç sistemleri üzerine kitap yazılır. Endonezya'nın her yeri gibi Bali de yanardağlar, deprem ve diğer felaketlerden epey sarsılmış, sarsılıyor zaman zaman. İnanç sistemlerinin bu kadar güçlü olma sebeplerinden birinin doğal felaketler olduğunu düşünüyorum. Hindu oldukları için vejetaryen ağırlıklı beslendiklerini tahmin ettiğim bu diyarda, gerçek tam tersi. Aşırı derecede et tüketiliyor, en çok ördek, tavuk, domuz ve balık. Neredeyse her hafta bir-iki dini ayin olan Bali'de, ada yerlileri bol bol kurbanlık adak sunuyorlar. Öyle ki, çoğunlukla çok fakir olan halk, maddi gelirlerinin büyük kısmını adak ve ayinlere harcıyor. Bazen bir tekne dolusu hayvan, kutsal göllere bırakılıp, batırılıyor, adak için. Kesilen hayvanlar bazen yenmiyor, yer altı tanrılarını doyursun diye adanıyor.

Bedugul tapınağı, Bali.

Palmiye yaprağı ve bambudan tapınak adakları; sepetler, adanan yemekler ile dolu.

Hindu çoğunluğu olan bu adada Hindu, Java, Hollanda, Çin etkileri ve çok tanrılı inançları ile değişik ruhlu bir yer Bali. Kara büyünün de en yaygın olduğu mekanlardan biri, herkes ya şifacı, ya şaman, ya büyücü gibi. Turist olduğumuz için bize az görünen acayiplikleri de her hücrenizde hissediyorsunuz bu adada; müzik, dans, domuz çığlıkları, mantra gibi tekrarlanan sözler her an her yerde, özellikle de Ubud'da.


Bedugul, Bali.



Bali'nin en görülesi ama bir o kadar da turistik tapınaklarından Bedugul'da karşılaştığımız bir seremoniden Gamelan izlenimi. Eylül 2012


  • Hayat bir ritüel: Özellikle Ubud, tapınaklardan oluşan bir şehir ve mimarisi üstüne ayrıca yazı yazılır. Yaklaşık 3000 tane tapınak var ve herkesin evinin içinde de kendine ait ayrı bir sunağı var. 


  • Tüm sokaklar ve evlerin çevresi sur duvarları ile çevrili, inanca göre kötü ruhlar köşeleri dönemezmiş. Her tapınağın ve evin önünde korkunç suratlı bir heykel var, kötü ruhları korkutup kutsal mekanların bu heykeller sayesinde korunduğuna inanılıyor. Nasıl kötü ruhlar ise, bu kadar saf ve naifler işte inanca göre.
  • Kurbanlık adaklar dışında daha önce de bahsettiğimiz gibi, palmiye ağaçlarından yapılan adaklar her gün devam ediyor. Bir aile, gelirinin ve vaktinin büyük bir kısmını bu adaklara harcıyor. Sokaklar, kapı önleri, motorsikletlerin üstü, her yere bırakılıyor bunlar. Eğer o gün kişi evde değilse, komşusu gelip adak işini üstleniyor, tütsü ve çiçeklerle evin her yerinin ve sokağın enerjisini temizleme işini adaklar ve frangpani çiçekleri ile hallediyor. 
  •  Her gün, her an yapılıyor bu iş. Genelde ailelerin yaşlıları oturup saatlerce palmiye yapraklarını zımbalayarak haftalık adak malzemesi biriktiriyorlar. Bu küçük çanak gibi şeylerin içine pirinç, meyve, tütsü, bisküvi konuluyor. Bu işten en çok karıncalar ve diğer canlılar memnun. Durumu iyi olan, yoğun şekilde çalışanlar da, her gün adak satan dükkanlardan alıyorlar bu malzemeleri. Tapınaklarda da bakır bir kasenin içinde ağzına kadar dolu yüksek tepeli meyve sunumları görmek mümkün. Tapınaklara 'sarong'suz giremiyorsun, Sarong kutsal. Bizim gibi gezginler içinde çok kullanışlı hippi bezleri.

Baraka filminden bir kesit: Bali.


Aile Yapısı, İsim,  Doğum ve Ölüm
  •  Evler genelde büyük bir avlu içinde, bir kaç jenarasyonun bir arada yaşadığı kalabalık aileleri barındıran, birden çok üniteli yapılardan oluşuyor. Evlenen, erkek tarafının ailesi ile yaşıyor. Ata erkil bir toplum, özellikle erkek çocuk çok kıymetli. Çocuklar doğduklarında inanca göre tanrı olarak doğuyor, baba tarafının ölmüş bilge ruhlarından reankarne olduklarına inanılıyor çocukların. Bebeklerin ayakları ilk 6 ay yere bastırılmıyor. 6. aya bastığında dünyada kalmayı, dünyalı olmayı seçiyor ruh ve bu dünyaya ilk ayak basma çok büyük bir ritüel ile kutlanıyor. Bir çocuk 6. aya gelmeden önce ölürse kastı fark etmeksizin yakılıyor. Tanrı olarak öldüğüne inanılıyor. Kürtaj yasak. Çocuk doğurmamak dünyada ki en acayip şey gibi. Evli ve çocuksuz olduğumuzu öğrenen yerliler, sorunun Emre'den mi, benden mi kaynaklandığını çok merak ediyorlar; bir sorun olduğuna eminler. Doktor yerine şifacılar daha yaygın. En çok tiroid hastalığı görülüyor bilinçsizce cassava tüketmekten. Kadınlarım menstruasyon dönemlerinde tapınağa girmeleri yasak. Kan seven tanrılar, bu durumdan hoşlanmıyorlarmış.

Kuningan kutlamaları sırasında, tapınağa girmeden önce su ile birbirlerini arındıran Balili güzel çocuklar. (Ubud)
  • Tüm çocuklara aynı isim veriliyor Bali'de. 1. Çocuk: Wayan ya da Putu, 2. Çocuk: Made yada Nengah, 3.Çocuk: Nyomang ya da Komong, 4. Çocuk: Ketut. 5'ten sonra tekrar başa dönülüyor. Kız erkek herkesin ismi aynı, isimlerin sonuna erkek ise i, kız ise ni eki ekleniyor. Herkesin kendine ait bir takma adı var tabi, bulunduğu değişik sosyal çevrelere göre, birden fazla takma adı olabiliyor kişinin. Chakra, Vishnu gibi.. Ayrıca isimler, soyadları, ve o gün yapacağın her şeyi öğrenmek istiyor yerliler; kafalarında bu bilgiler olmaz ise, konumlandıramıyorlar sanki insanları.
  • Bir adam eşi izin verirse birden çok kadın ile evlenebiliyor. Aynı şekilde eşi izin verirse kadın da birden çok koca alabiliyor. Ama çok az tabi, kim birden çok koca ister ki.. :) Kadın ile erkek boşanırsa, ki hiç hoş karşılanmayan bir şey, çocuklar erkeğin ailesinde kalıyor. Özellikle çocuk oğlan ise.
  • Herkesin evinin yanında, su kanalı yanıbaşında açık duş gibi bir şey var. Burada kadın, erkek, yaşlı, genç, çocuk hep beraber yıkanıyorlar, çıplaklık çok normal bir şey. O yüzden sanırım, sıcak yüzünden çok açık gezen turistleri görünce yerel halk diğer yerlerdeki gibi aç bakışlarla bakmıyor kimseye.

Ubud; yerel halkın evlerinin bahçesindeki toplu kullanılan açık hava duşları..
  • Horoz dövüşleri çok yaygın, en sevilen şey. Erkeklerin en büyük eğlencesi ayrıca. İnanca göre şeytanları doyurup, kaçırmak için kan akması lazım. Tüm kesimler, bağırtıla bağırtıla her yerde yapılıyor, çocuklardan sakınmak falan gibi bir durum yok. En normal şey kan sanki.
  • Ölü yakma seremonileri: Ölüler yakılıyor, özellikle rahipler, bebekler, kastı yüksek olanlar bekletilmeden gülümsenerek uğurlanıyor. Ama seremoninin şatafatı, kastına göre değişiyor. Parası olmayan bir aile ölüsünü yakmak ve gerekli sunakları yerine getirmek için bazen yıllarca ölüsünü bekletiyor. Tören yapılana kadar da, ölmemiş gibi, yemekler sunulup, konuşuluyor kendisi ile. Sulawesi adası, bu gelenekleri açısından daha da ekstremmiş. Cenaze ritüeli esnasında taşınan ölüler, kastına göre tahtadan ve çatılı sistemler ile inşa edilmiş büyük yapıların içinde taşınıyor.  Brahmanların 11, soyluların 9 katlı çatısı var; sınıfına göre artıyor ya da azalıyor çatıların sayısı. Rahiplerin ve ölmüş bebeklerin kulelerinde çatı sistemi olmuyor. Yakılacak olan bedenleri son yolculuklarına Gamelan eşliğinde, bu büyük yapıları omuzlarında taşıyan yakınları, soylu biri ise tüm halk taşıyarak, tapınağa götürüyorlar. Ölü, gün bitiminden önce yakılıyor. Ölüm kötü bir şey değil inançlarına göre. Düşük kastlıysa seremonide tavuk, yüksek kastlara bufalo ve domuz kurban ediliyor. Yakılırken kule içine bir sürü para konuluyor yer altı tanrılarını memnun etmek için. Yakma gününden 12 gün sonra küller, suya, denize, dereye atılıyor.

Ölü yakma ritüeli, ölen kişinin karısı; kendisi yüksek kasttan olduğu için, eşi ve cenazesi tüm halk tarafından omuzlarda taşınıyor. 



  • Galungan-Kuningan kutlamaları: Galungan beş günlük bir festival; ata ruhların ziyaretini kutluyorlar. Sokaklar, tapınaklar, yemekler, adaklar, bambudan dekorasyonlar ile süsleniyor. Özellikle bu iki festival için erkekler tapınaklara ve sokaklara büyük yüksek yapılı süsler hazırlarken, kadınlar da sepetler içinde yemekler hazırlıyorlar. Bu yiyecekler tapınaklarda bir kaç gün bekletildikten sonra toplanıyor. Diğer dekorasyonlar Kuningan festivali sonuna kadar kalıyor, yaklaşık 15 gün boyunca. Tüm adada aynı anda binlerce domuz kurban ediliyor, her yer domuz kokuyor ve domuz çığlıkları gerçekten hem üzücü, hem çok sinir bozucu olabiliyor. 10 gün sonra Kuningan'da ata ruhlar mekanlarına geri dönüyor. Tabi bu çok basite indirgenmiş bir anlatım biçimi oldu, ama yeterince uzun bir yazı oldu zaten. Chakra ve eşi, Galungan kutlamaları için bizi de saronglara sardılar, beraber tapınağa gittik. O gün Emre'nin çok sevdiğimiz İloş teyzesi vefat etmişti, rahibin okuduğu dualar eşliğinde biz de kendi sevdiklerimizi içimizden uğurlayıp, ruhlarına tütsü ve frangipani çiçeği sunduk, elimizden başka bir şey gelmedi.
  • Bir başka enteresan ayin: NYEPİ - Sessizlik günü: Mart-nisan ayında, kendi takvimlerine göre saka yılına geçişlerde, karanlık ay ve bahar ekinoksuna geçişte, 24 saat tüm adada sessizlik uygulanıyor. Kimse çalışmıyor, elektrikler çalışmıyor, yemek yenilmiyor, adanın üstünden uçak bile uçmuyor. Amaç kötü ruhlara ada terkedildi hissi vermek. Artık bunların kötü ruhları, ne kadar saf ve iyi-kötülerse, bu sessizlik gününde ada halkına kanıp, adayı terkediyorlarmış. Bu günün öncesinde de herkes korkunç maskelerle gezip şeytanları ürkütüyormuş. Sessizlik günü sonrası acayip büyük bir çoşku ve çok ciddiyetli yüksek Gamelan ezgileri ile kutlanıyor şeytanların adayı terketmesi. :)

Bali geri dönüp bakınca bizi gerçekten çok etkilemiş. Tüm dejenerasyonlara ve çevresel sorunlara rağmen, canlılığından, renkliliğinden, çekiciliğinden ve mistik atmosferinden ödün vermemiş. Kültürüne, bazen garip gelse de inanç sistemine sıkı sıkı tutunan bu adayı şimdiden özledik..






26 Kasım 2012 Pazartesi

Permakültür Prensiplerinin İlişkilerinize Destek Olabileceği 10 Yöntem

Foto: Google images- power of community

Kim Millar | 18 Kasım 2012

*Permaculture: inspiration for sustainable living dergisinde yayımlanan 10 Ways Permaculture Principles Can Help Your Relationships yazısından çevrilmiştir. Çeviri için Deniz Üçok Arman'a teşekkürler..

İlişkilerinizi malçlıyor musunuz? Kim Millar Permakültür prensiplerinin bahçede olduğu kadar evde de işlediğini anlatıyor.

Çoğumuz ilişkilerimizi bilinçli olarak tasarlamıyor ve doğru yönde gideceğini umarak tökezleye tökezleye ilerliyoruz. Birşeylerin yanlış gitmeye başladığını ancak kendimizi işlerin sarpa sarmasını önlemeye çabalarken yakalayınca farkediyoruz.

Yaratıcı ve üretken bir bahçeyi tasarlamaya verdiğimiz ilgi ve düşünceyi, bir de ilişkilerimizi inşaa etmeye verdiğimizi hayal edin. Hasadımızı artırsak nasıl olur?

Geçenlerde permakültürün ilişkilerle olan alakasını öğrenirken farkettiğim benzerliği aşağıda görebilirsiniz:

1. Malçlama
Her ilişki büyüyen bir organizmadır; doğru ortamı yaratırsanız gelişir. Malçalama aynı anda besin, korunma ve az eforla daha etki elde edilmesini sağlar. O halde bir ilişkiyi nasıl malçlarsınız? İlgi gösterip gözlem yaparak, dinlemeyi öğrenerek, daha açık iletişim kurarak, özen ve şefkatle bazı şaşırtıcı değişimleri hızlıca elde edebilirsiniz.

2. En büyük üretkenlik ‘kenar’dadır
İlişkilerin de gelişen – ve ölen – kenarları vardır. İlişki tam bir sonraki safhaya geçmek üzereyken çok üretken bir hal alır. Bu bazen tartışmalar, anlaşmazlıklar ve yanlış anlamalar olarak ortaya çıkar. Bazen de daha derinden bir bağlılık, daha çok sevgi, saygı ve güven olur.

Her iki koşulda da duygusal ‘üretkenlik’te bir artma yaşanır. Bu duygulara ilgi gösterin; hangi değişimlerin gerçekleşmekte olduğuna dikkat ederek bu üretkenliği daha kuvvetli ve dayanıklı bir sonraki adımı geliştirmek üzere bilgelikle kullanabiliriz.

3. Yarıştan ziyade işbirliği için tasarlayın
‘Kardeş’ dikimlerinizde herkesin ihtiyaçlarının dikkate aldığına özen gösterin! Bizler de sağlık durumumuzu, tıpkı bir bitki gibi, verimliliğimizle sergileriz. Bazılarımızın kazanmak için yarıştığını, bazılarımızın da önceleri kaybeder gibi olup sonra kazanmak üzere yarıştığını anlamak çok önemlidir. Her iki tür yarış da topraktaki besinden kullanır. Sağlıklı bir ilişki tasarımı herkesin gelişip kendini faydalı hissettiği şekilde olmalıdır.

4. En büyük etkiyi yaratmak üzere en az eforu harca
Bu en basit olarak “gerçek olun” diye tercüme edilebilir. Küçük ve otantik jestler en etkilileridir. Kalbin dili en doğrudan etkileyen, en derine işleyen ve uzun süre etki eden iletişim biçimidir.

5. ‘Semere’ ancak tasarımcının hayal gücüyle sınırlıdır
Her ilişki bir ‘Vizyon’u hak eder; sizin ilişkinizin bir vizyonu var mı? Nelerin mümkün olduğunu düşünüyorsunuz? Ne tür semereler (yakınlık, işbirliği, kahkaha, güven, bağışlama) hayal ediyorsunuz? Eğer verim düşük görünüyorsa ilişkinizi gözden geçirip, hayal gücünüzü açıp, yaratıcılığınızı harekete geçirme zamanı gelmiş olabilir.

6. ‘Uygun teknoloji’ kolayca uygulanabilir olandır
Eğer ilişkileriniz çok çaba gerektiriyor ve kendinizi akıntının tersine kürek çekiyor gibi hissediyorsanız, bu işlerin doğal akışında gitmediğinin göstergesidir. Durun. Kendinize nefes alacak alan tanıyın ve aslında yapılması gerekenin ne olduğuna dair düşünmeye fırsat tanıyın. Gönülden ve gerçekten neleri kolayca vermeye eğilimli olduğunuzu gözden geçirin.

7. Küçük başlayıp iyi idare edilen alanlardan ilerleyerek çalışın
Nelerin iyi işlediğini değerlendirip, onların üzerine inşaa etmek yardımcı olur. Büyük değişimleri zorlamak veya zorlayıcı konuldan başlamak korkutucu ve bunaltıcı olabilir. İşleri, idare edilebilir parçalara bölerek gruplamak, stresi azaltmaya ve daha iyi odaklanmaya yardımcı olur.

8. Sorunları çözüme dönüştürün
Yabaniler ve zararlılar ilişkilere de bulaşır! Geçmişten taşıdığımız inançlar, düşünceler ve deneyimler ilişkiyi ele geçirip hayal kırıklığı ve bunalım yaratabilir. İlişkilerdeki acının %10’u güncel, %90’ı ise çocukluğumuzdan kalma acıların tekerrürüdür. İlişki yeşerdiğinde, acının ardında saklanan daha ileri düzeyde bir etkileşim ve arkadaşlığın varlığı ortaya çıkar.

9. Hatalar gelişim için fırsattır
Bu prensibi benimsemek için zihnimizi hataları farklı görmeye alıştırmalıyız; cezalandırılmayı gerektiren bir durum değil, düzeltilmesi gereken bir davranış olarak. İlk başta hatalar ve yanlış anlaşmalar üzerine açıklıkla konuşmak korkutucu olabilir; bizi zayıf ve savunmasız hissettirir.

Bir ilişkideki en etkili ve güvenli araç empatidir; olaylardaki elektriği azaltıp anlayış için alan yaratır. Bağışlamak demek alttan almaya ve başkalarına yol vermeye gönüllü olmak demektir. Eğer ‘semere’ kelimesini verimli ürün olarak ele alırsak, verimi arttırmanın yolunun bağışlama duygusundan geçtiği görülür.

10. Herşey bahçevandır
Anlamlı bir hayat yaşamak için her şeye anlam vermek önemlidir. Hayatımızda gerçekleşen her şey, her olay, her etkileşim bizlerin birey olarak gelişmesine ve evrimine destek olur. Hepimiz potansiyelimizi gerçekleştirmek üzere bir yolculuktayız; eğer gören gözlerimiz olursa, karşımıza çıkan olay ve dersler bizleri daha üretken kılmak içindir.

Tıpkı dünya gibi, ilişkiler de değerli ve zengin kaynaklardır. Onları gelişim ve büyüme için fırsat olarak görürsek, tüm duygu ve deneyimler, sağlık ve dayanıklılık adına işlenip kompostlanacak organik maddeyi oluşturur.


Dönüştürücü [transformational] iletişim ve kişisel gelişim konularına yoğun olarak odaklanan Kim diyor ki; “İnsanlar ilişki ve etkileşim için yaratılmıştır. Mutsuzluğumuzun büyük kısmının bu temas noksanlığından kaynaklandığına inanıyorum. Eğer iletişim kurmak için etkin araçlarımız yok ve bu sorunu çözme çabasında değilsek, yanlış anlaşmalar derinleşir ve bu da kırgınlıkların giderilmesine mani olur. Bazen bu trendi tersine çevirmek ve yeni beceriler öğrenmek cesaret ister – ve bunu yapmanın ödülleri sonsuzdur.”

Büyük Britanya, Hampshire’da yaşayan Kim, yenilikçi duygusal zeka becerileri konusunda İlişki Gelişimi dersleri vermektedir.



22 Kasım 2012 Perşembe

Küçük kaçamaklar: Lembongan


Mercanlı sahiller

Ağustos ortasında kendime bir kaç günlük yalnız keyif tatili hediye ettim. :) Emre ile iyi vakit geçiren, birlikteyken istersek yalnız kalabilen bir çift olsak da, gerçekten sadece kendin ile vakit geçirmek insanı çok besliyor. Türkiye'de zaman zaman ayrı kalırız, tüm Güneydoğu Asya boyunca hiç ayrılmamıştık. Kendi başına kalmanın nasıl bir şey olduğunu arada hatırlatmak lazım bünyeye. Ayrıca tek başına seyahat edince kesinlikle daha çok insan ile tanışıyorsunuz.

Nereye gideceğimi seçmek epey vakit aldı, gönlümden Flores, Komodo ejderhaları, Sulawesi gibi fantastik yerler geçiyordu, hala geçiyor. Fakat buralara gitmek Bali'den kalkıp Tayland'a gitmekten daha pahalıya geliyor; tek gidiş kişi başı 300 TL'den başlıyor çok garip. Bali'de az popüler bir yer bulmak, başlı başına bir mesai konusu.

Seçimimi Lembongan adasından yana kullandım. Sanur'dan yavaş bot ile, dalgalar arasında uça uça adaya vardım. Nispeten daha sakin bir ada. Her şeyden önce büyük çantam Ubud'da dururken, minik bir çanta ile yol yapmak nefis bir lükstü. Çanta taşıma derdi olmayınca, kendime keyifli ve ucuz bir yer bulmam daha kolay oldu. Tekneden iner inmez, adanın iç taraflarına yürüdüm. Yeni açılmış bir mekanda, temiz ve güzel bir oda buldum kendime; 100.000 rupi (20 TL, hiç hatırlamıyorum adını, ama yolu düşene tarif edebilirim :) Deniz kenarında olan odalar 250.000 rupi'den başlıyor. Kayaların üstünden deniz manzaralı tepe ise lüks oteller tarafından ele geçirilmiş. Neyse, odamda baş ucu lambası bile vardı, nedense çok büyük lüks bu diyarlarda tepeden beyaz florasan ışıkla aydınlatılmamış halde kitap keyfi yapmak.. Ve ben bu lükse sahiptim Lembongan'da. :)

İlk gün, sahilden, ormanlık patikalardan koy koy yürüyerek Mushroom ve Sunset Beach'e yürüdüm.   Yerel yamyamlar bu mekanlara yürümenin imkansız olduğunu, sadece motor ya da taksi ile gidileceğini söylese de aldırmadım. Gayet kolay ve yarım saatlik bir yürüyüş ile varılıyor buralara. Çok güzel bir gün batırdım.


Günün yemeği, muz yaprağına sarılmış balık.

Ertesi sabah kendime şnorkel turu ayarlamıştım 200.000 rupiye. Balıkçı teknesinde 7 kişiydik. Tur sahibinin hepimize ayrı fiyat vermiş olması gerçeğini öğrenince, epey uyuzlandık. Hayatımda yaptığım en trip yolculuklardan biriydi. Sörfçülerin favori yeri olan Bali denizi gerçekten zaman zaman çok korkutucu olabiliyor. Tekne ile giderken hepimiz öleceğimizi zannettik. Ayrıca bizim teknenin Bali'nin tipik balıkçı tekneleri gibi dalga kıranı da yoktu.



Ufuk çizgisi görünmüyordu dalgalardan.  Epey sarsıcı, sırıksıklam bir halde ilk dalış yapılacak Penida adasındaki Manta koyuna geldiğimizde, dalgalar yüzünden hiç birimizin içinden suya falan girmek gelmedi. Neyse hepimiz bir cesaret attık kendimizi suya ve girer girmez, dalga, fırtına vs her şeyi unutturan bir canlı ile karşılaştık. Valla suyun içinde çığlıklar attım sevinçten, hayatımda asla unutamayacağım devasal bir Manta yanımdaydı. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Deniz_şeytanı)

Çok uzaylı bir arkadaş olan bu karekter, dünyada gördüğüm en estetik canlı olabilir. Dev kanatları ile yaklaşık 7m olabilen bu tür ile tanışmak büyük keyifti. Çok şanslıydık, her açıdan gördük kendisini. Çok yavaş hareketler ediyor olsa da, suyun yüzeyine gelip, geri dalması çok kısa zaman alıyor. Bu sırada Manta'nın varlığını Lembongan adasındaki tüm rehbeler birbirine iletti sanırım, 10 dk içinde her yer tekne ve turist oldu. Biz de sıramızı diğer turistlere savdık. Zararsız olan bu muhteşem deniz canlısı planktonlar ile besleniyor. Deniz kirliliği dışında, kuyruğundan çorba yapma hastalığına kapılmış insanlar yüzünden, soyları tehlikede olan türler arasında. (Aynı köpek balıklarının yüzgeçlerini kesip, gerisinin felç şekilde denize geri atılması gibi korkunç bir şekilde, avlanıyorlar.)



Hep dalgalı olan Bali koylarında,  birden çok sığlık seviyesi sebebi ile, böyle görüntüler oluşuyor. 

Sonra yine dalgalar ile uça uça Crytsal Bay'e gittik Penida adasında. Burası bir cennet, mercanlar inanılmaz, denizin sakin olduğu bir gününü görmek isterdim. Crystal Bay, vadi gibi, nefis bir yer. (Dalgalar yüzünden fotoğraf makinesi, saklandığı yerden çıkamadı.) Ama tüm ağaçlar kesilip, yerine palmiye ağaçları dikilmiş. Ertesi gün iki dalgıçın ölmesi sonucunda, biz Endonezya'da iken, süresiz bir şekilde dalışa kapanmıştı bu koy.

Ve fırtına yüzünden son durağımız Mangrove koyu oldu, orası sakin ve dümdüzdü. Suyun üstünden mercan ormanları ve rengarek bin bir tür görünüyor zaten. Suya dalınca, zaten hiç çıkılmıyor. Özellikle kahverengi, beyazlar arasında parlayan masmavi mercan türünden gözlerimi alamadım. Keşke gördüğümüz balık türlerinin adlarını paylaşabilsem ama bilmiyorum. Ama çeşit çok inanılmaz. Ben böyle keyiften dalmış giderken bir kafamı kaldırdım bizim tekne uzakta kalmış. Yüzüyorum, yüzüyorum gidemiyorum. Anormal bir akıntı, sanki biri beni sudan çıkarmış hava da tutuyor, kulaçlar boşluğa gidiyor. Epey korktum gerçekten ama sonra beni almaya geldi tekne tabi ki. :) Karaya çıktığımızda epey yorulmuştum. Adada geri kalan zamanımı keyif köşelerinde yeni insanlar ile sohbetler ederek, kitap okuyarak geçirdim.

Lembongan ve Nusa Penida adalarında ekili hiç bir yer yok. Tüm sebze ve meyva ihtiyacı tekneler ile dışrıdan getiriliyor. Dolayısı ile ada epey pahalı. Gece 10'dan sonra etraf epey sakin ve nefis yıldızlar var. Yerel halk turizm ve balıkçılık ile geçiniyor, kendileri de dışarıdan gıdaya muhtaç. Her yerde benzeri sorunlar ve enerji kayıpları ile karşılaşmaya devam ediyoruz.






Biraz maceralı olan Lembongan kaçışım bana iyi geldi, döndüğüm de Emre'yi ve yanında çalıştığımız Chakra'nın oğlu Vishnu'yu çok özlemiştim..



9 Kasım 2012 Cuma

Pirinç tarlalarının turiste görünmeyen yüzü...



Bali, özellikle de Ubud, muhteşem görünen pirinç tarlaları ile ünlü. Bali'nin kültür merkezi olmasının yanı sıra pirinç tarlaları da, denizi olmayan Ubud'un turizm kaynağı olmuş. Bisikletle pirinç tarlası gezilerinden tutun, her kafe ve konaklama yerinin 'pirinç tarlasına bakıyor ama', gibi bir yakalaması var. Görsel olarak muhteşem olsalar da, aslında altında çok fazla sorun var. 




Tüm anlatacaklarım çok eskiye gitmiyor, her yerdeki gibi yeşil devrim denilen manyaklık ile,  yani son kırk yılda oluyor. Ama önce geleneksel subak sisteminden bahsetmek lazım.


Subak, Bali'nin pirinç sulama sistemine verilen geleneksel isim. Balililer için sulama, sadece bitkilere su vermek anlamına gelmiyor; su sayesinde karmaşık ve dengeli, ritmi ve enerjisi olan sağlıklı ve istikrarlı bir yapay ekosistem oluşturuluyor. Pirinç tarlaları su tapınaklarının etrafında yer alıyor ve su idaresini de rahipler yapıyor. Yani su kutsal. 


Subak bu sene UNESCO Dünya Mirası listesine de girmiş ve sadece etkili bir zirai yöntem olmakla kalmıyor; aslında Bali kültürünün belkemiği. Güçlü bir kültür ve çok estetik bir sanat anlayışını Bali toplumuna kazandırmış. Pirinç, sosyal hayat, ibadet, müzik, resim, herşey iç içe geçmiş ve hepsi çok göz alıcı.


Yeşil devrim ile beraber toprağın değişimini kendi gözleri ile gören Chakra'dan bu konu ile ilgili çok fazla şey dinledik. Pirinç tarlalarında eskiden kuşlar, sürüngenler ve memelilerin yaşadığını, bu hayvanların çiftçilere ekstra gelir getirmenin yanında dengeli bir sulak alan ekolojisi yarattığını söylüyor. Fakat hibrid tohumlar ve tarım ilaçlarının sisteme girmesiyle bunların yok olduğunu biz bile görebiliyorduk. (Rakamlardan çok emin değilim ama geçtiğimiz 50 yıl içinde Endonezya'daki pirinç çeşitliliği yüzlerle anılırken şu anda iki elin parmaklarını geçmiyor.) Köylü kimyasallar ile sonradan tanıştığı için, kendini korumayı da bilmiyor. İlaçlarken herhangi bir kıyafet, maske takmadığı için, son yıllarda akciğer başta olmak üzere, bir çok hastalık ortaya çıkmış.


Pirinç ekiminde sadece bir günlüğüne bulunmuşsak da, ne kadar zor bir iş olduğunu, ne kadar emek istediğini anlatamam. 




Tüm sulama kanallarında da bolca bulunan bu kimyasallar, yerel halkın yıkandığı suya bile karışıyor. Tüm şehri besliyor, derelere de karışıyor. Bir turist olarak size de bulaşıyor tabi ki, su herkesin tükettiği bir şey. 


Şunu da eklemek lazım, düşen pirinç fiyatları yüzünden, bir çiftçinin pirinçten kazandığı para günlük ortalamaya vurunca şaka gibi kalıyor. Gıda ihtiyacını dışarıdan karşılamak zorunda kalıyorlar; pirinç çiftçisi olarak gidip marketten pirinç satın aldığınızı bir düşünün.. Dinlerinin buyurduğu bin bir adak ve kurbanlık hayvan için de zaten çok fazla para gerekiyor. Kısaca zaten oldukça karsız bir işe dönüşen pirinç çiftçiliği, artık insanların gözünde zulme dönüşmüş.


Çiftçiler yoksulluklarına bir çözüm olarak tarlalarının bir kısmına villa yapıp, kiraya vermeye başlamış. Ya da otellere satıyorlar. Turistlere aylık yaklaşık 250 - 1000 dolar arası kiralanan evler ile dolu bu tarlalar. Böyle olunca, pirinçsiz arazinin görsel güzelliği kalmaz diye, pirinçler hasat edilmiyor bile. Çim gibi yani, süsler. Hem bir dolu kimyasala para gidiyor, hem ürün hasat edilmiyor, o kadar maddi ve manevi enerji de boşa gidiyor. Bali'de her sene yaklaşık 1000 hektar tarım arazisinin turizm amacıyla dönüştürüldüğü tahmin ediliyor. 


Böyle olunca satacak tarlası olmayan veya kalmayan köylüler de (tarlasını satıp, parayı yiyip, sonra eski tarlasında çiftçi olarak çalışmak zorunda kalan insan manzaraları dünyanın her yerinde galiba) taksicilik yapıyor, inşaatta çalışıyor ve tüm kazandığı ancak ölülerini huzura göndermeye veya şeytan kaçırmaya yetiyor. Kendi mesleği dışında hemen hemen her işi yapıyor köylü. Yani bu güzel pirinç tarlaları, göründükleri kadar güzel değiller aslında. Ülkesindeki dertlerden, pahalı yaşam koşullarından kaçıp gelen gezginler de bu villalarda kalmak istemekle neye sebep olduğunu bilmiyor.


Her pirinç tarlasının satılık olmasından, ya da pirinç tarlası manzaralı diye pazarlanan restoranları, kafe ve villaları protesto eden bir Bali köylüsünün arazisi.

Bir Alternatif olarak SRI


System of Rice Intensification ya da SRI (Pirinç Yoğunlaştırma Sistemi diyebiliriz belki), 80'li yıllarda Madagascar'da yaşayan bir rahip tarafından bulunmuş. Son on yıldır Çin'den Hindistan'a, Endonezya'dan Filipinler'e kadar on binlerce çiftçi bu sistemi kullanmaya başlamış. Geleneksel yöntemlerle çelişkili olarak, daha geniş aralıklarla daha gençken ekilmiş daha az sayıda bitkinin, daha az su kullanarak büyütülmesi olarak özetlenebilir. ('Daha'ları, Asyalı çiftçilerin yüzyıllardır kullandığı tekniklere kıyasla kullandım.) Hiç bir kimyasal tarım ürünü kullanılmaması da yanında. 





Tabi ki bu konuda da çeşitli görüşler var. Madagaskar dışında çok etkili olmadığı düşünülen bir sistem olmasının yanında, Endonezya ve diğer ülkelerde hektar başına alınan miktarın %50'den %100'lere varan oranda arttığını gözlemleyenler de var. Chakra 2005 yılından beri kendi tarlasında SRI tekniğini kullanıyor. 

Çok uzatmadan bu yöntemin detaylarını yazayım:

*-- Önce doğru tohumları seçmek, daha doğrusu ayıklamak çok çok önemli. Chakra'nın bu işi için şöyle bir yöntemi var: İnce uzun bir kavanozu suyla doldurup, içine taze bir ördek yumurtası atıyoruz (dibe çöker). Sonra suya tuz eklemeye başlıyoruz; yumurta yüzmeye başlayana kadar eklemeye devam. Yumurta yüzdüğü zaman suyun istediğimiz yoğunluğa geldiğini biliyoruz ve yumurtayı çıkarıp suya pirinç atıyoruz. Dibe çöken taneler içi dolu olan, ağır, güçlü tohumlar. Yüzeyde kalanları çıkarabilirsiniz, onlar işe yaramayacak. (Aslında düşününce bu tekniği diğer tahıllar için de kullanabiliriz gibi geliyor bana, yüzecek ve batacak tohumları dengelemek için uygun su yoğunluğu bilinirse iyi olur tabi. Yine de ördek yumurtası denenebilir.) İyi bir tohum seçerek, zararlılar ve yabani otlarla kendi başına daha iyi mücadele edebilen, kök sistemleri daha güçlü ve derine ulaşan bitkileri kullanırız.  

*-- Filizler çok gençken (ekimden 8-12, en fazla 15 gün sonra) tarlaya taşınır. (3-4 haftadan önce ekime başlamayan geleneksel yöntemin aksine) 

*-- Filizler su bastırılmadan büyümeli, çok sık ekilmemeli ve yeterli miktarda organik maddeyle beslenmeli (sonuncusu için balık havuzundaki su çok iyi oluyor). İstenirse doğrudan tarlaya da ekim yapılabilir, ama pek tercih edilmiyor. 

Bilmeyenler için yazıyorum, bizim için de ilginçti bunu öğrenmek; pirinç doğrudan tarlaya ekilmiyor, önce tepsilerde büyütülüp ondan sonra tutam tutam esas yerlerine aktarılıyor. Biraz büyüdükten sonra iyice su bastırılıyor, böylece tarlada yabani otların çıkması büyük ölçüde engelleniyor. 

*-- Yeni yerlerine aktarılan filizler narindir, bu işin hızlı ve zarar vermeden, kökleri zedelemeden halledilmesi gerekir. 

*-- Filizler, 3-5 bitki birlikte olacak şekilde değil tek tek, yaklaşık 25x25 cm'lik aralıklarla ekilmelidir. Böylece köklere ve yapraklara daha fazla alan sağlanır. 

*-- Tarla sürekli olarak su bastırılmamalıdır. Toprakta oksijene ihtiyacı olan organizmalar bu koşul altında yaşayamazlar. Ya günülk olarak azar azar verilmeli, ya da doldur-boşalt yöntemi kullanılmalı. Kısaca toprak sürekli suya doygun olmamalı.

*-- Yabani otların mekanik bir aletle temizlenmesi daha iyi olur. Böylece otlardan kurtulurken toprak hava alır ve elle temizlemek veya ot kırıcı ilaçlar kullanmaktan daha iyi sonuç verir. Geleneksel yönteme kıyasla biraz daha fazla ot yolmak gerekiyor. 

*-- Kimyasal ilaçlar SRI uygulamalarında kullanılsa da, en iyi sonuç organik gübrelemeyle alınıyor. Toprağa mümkün olduğu kadar organik madde eklemek gerekir. Bu sadece bitkiyi değil, toprağı besler, böyle bitkiyi de toprak besler. 

SRI'ın öğrenme aşamasında daha fazla emek gerektirdiği, fakat uzun vadede tasarruf sağladığı söyleniyor. Bilinen bir yan etkisi ise, çiftçilerin aerobik toprak koşullarına geçtikten sonra, kök yiyici nematod gruplarının ortaya çıktığı, ya da sayılarının arttığı tespit edilmiş. Güçlü kökleri yüzünden çiftçilere de hasat zamanı zorluk çıkarabiliyormuş (ya da 'kök söktürüyormuş'). 


SRI sayesinde hem kullanılan sudan, hem de kimyasal ilaçlar için gerekli maddi kaynaklardan tasarruf edilmiş oluyor. Aynı zamanda geleneksel sisteme kıyasla daha yüksek verim alınıyor. Düya'nın her yerinde kabul görecek tutarlı bir araştırma olmasa da, bazı örneklerde bunun olabilirliği kanıtlanmış. Umarız daha çok insan bundan faydalansın.





31 Ekim 2012 Çarşamba

THK; 'Atık' Su Arıtma Sistemi

Bizi THK’ya çeken şeylerden biri, belki de en önemlisi, Philip ve Audrey’den aldığımız bilgi sayesinde Chakra’nın geliştirdiğini bildiğimiz atık su arıtma sistemiydi.

Gri ve/veya siyah suyun biyolojik aracılar (bitkiler ve mikroorganizmalar) sayesinde arıtılabildiği bilinen bir yöntem. Önce (en az) iki bölmeli bir septik tankta dinlendirilen su (siyah veya siyahla karışık gri), özellikle bol su seven bitkilerin ekildiği, tasarıma göre hızlı veya yavaş akım sağlayacak çakıl dolu bir yatağa yönlendirilir. Burada bitkiler, ve çakılların yüzeyinde yaşamaya başlayan mikroorganizmaların işbirliği sayesinde suya oksijen kazandırılır ve  kirlilik dediğimiz şey bu canlılara besin olur. Buradan çıkan su da, arazide sulama amaçlı kullanılabilir. Bu veya benzer bir sistemle arıtılan atık suyun, ne olur ne olmaz diyerek (hala patojenler içermesi ihtimaline karşı) sadece ağaçları sulamada kullanılması öneriliyor. Ya da isterseniz havuza yönlendirip balıklarınızı da bu suyla besleyebilirsiniz.

Dünya’nın birçok yerinde bu sistemin çeşitli varyasyonları kullanılıyor. Ev ölçeğindeki küçük tasarımların yanı sıra, belediyeler de büyük ölçekli arıtma işini yavaş yavaş ele almaya başlıyorlar. Özellikle Avustralya, alıp başını yürümüş durumda. Anladığım kadarıyla Antalya belediyesi de bununla ilgileniyor.


Koh Phi Phi, ‘Poo Garden’; maalesef ya ilgisizlikten, ya da adanın turist çılgınlığının ulaştığı boyutlar yüzünden pek başarılı görünmüyordu. Çevredeki koku sürekli böyleyse o zaman durum vahim.  Ama yine de manzara ve fikir güzel.

Chakra’nın kendi evi için yaptığı tasarım da yukarıdaki yöntemi temel alıyor, fakat üzerine kendi fikirlerini de yerleştirmiş.  Sadece siyah suyu değil, gri suyu da, yani evin tüm atık suyunu buraya yönlendiriyor. Kendi ağzından (İngilizce) dinlemek isterseniz, aşağıdaki kısa filmi izleyebilirsiniz.


Bu sistemi 3 ana bölüme ayırabiliriz sanırım; septik tank, yüzey-altı çakıl yatağı ve havuzlar.
Septik, kesinlikle su sızdırmayacak iki bölmeli bir hazne olmalı. Önce katıların çökeldiği, daha büyük olması gereken ilk bölme, sonra bu suyun dinlendiği ikinci, daha küçük bölme. (Sırasıyla 2/3 ve 1/3 olarak oranlanabilir.) İki haznenin toplam boyunu hesaplarken düşünülecek genel kural da şu: 2 kişilik bir ev için 3,5 m x 1,5 m x 1 m (derinlik). Aslında kişibaşı günlük harcama biliniyorsa, bunu 2,5 ile çarparak gerekli ihtiyacı net olarak bulabilirsiniz, çünkü suyun ortalama 2,5 gün bu haznelerde dinlenmesi öngörülüyor. Bu iş için genelde beton kullanılmakta, ama hazır tank da satın alabilirsiniz. Beton kullanılacaksa, özellikle de deprem bölgesindeyseniz, çatlak oluşma ihtimalini yok etmek için güvence olarak betonun içine kümes teli sermekte fayda var (ferrocement).  



Eric’in projesindeki septik tank ve kontrol kapakları. Arkada da yağmur suyu için kullanılan depoları görebilirsiniz.

(Kendi atığıyla başa çıkabilen bu tip septik tank sistemlerini satan ve kurulumunu yapan şirketler olduğunu eklemek lazım, doğrudan satın da alınabilir. )

Burada işi ilginçleştiren eleman, kompost solucanları. Chakra’nın tabiriyle, ‘Solucanlar nemli, karanlık ve yemek bulabilecekleri serin bir yer isterler. Bunun için de septikten daha iyi bir yer düşünemiyorum’. Kompost solucanlarının patojen öldürmekte de çok başarılı olduğunu ekliyor.

Böylece septiğin ilk haznesine bir ekleme yapıyor.

Tanka giren atık suyun döküldüğü girişin altından, boylu boyunca uzanan bir ızgara yerleştiriyor. (Yaklaşık 20-30 cm boşlukları olan geniş bir ızgara.) Bunu bambudan yapmış. (Paslanmayacak veya çürümeyecek bir malzeme olması yeterli.) Çürümez, kırılmaz mı diye sorunca aldığım cevaba epey şaşırdım. Bambu, suyun altında çürümezmiş. (Hatta betonun içinde de yıllarca çürümeden kaldığı onaylanmıştır.) Bunu da şöyle sağlıyor: bu tepsi, giriş su seviyesinin altında, ama çıkış su seviyesiyle neredeyse aynı hizada, yani haznedeki su, bu tepsinin sürekli azıcık üzerinde. Böylece bambu sürekli suyun altında muhafaza ediliyor. Sonra bu tepsinin üzerine çok da kalın olması gerekmeyen bir kat saman yayıyor. Burada solucanlar yaşayacak. Hazeneye giren siyah sudaki katı maddeler bu samanın üzerinde kalıyor ve su da aşağıya süzülüyor, bu sayede solucanlar için gereken besin ve rutubet sağlanıyor. (Başlangıçta biraz mutfak artığıyla desteklemek iyi olabilir.) Ve tabi aynı zamanda bu katı ‘atığı’ solucana dönüştürmüş oluyor.

Solucanlar gayet mutlular, aşağıdaki fotoğraf da bunun kanıtı. Bunların kompost solucanı olması önemli, ama çeşidi size ve çevrenizdeki kaynaklara kalmış. ‘Satın almanız da gerekmez, herhangi bir şehir çöplüğüne gidip elinizi biraz daldırdığınızda genelde bir avuç dolusu çıkarabilirsiniz’ diyor. Herhangi bir solucan çiftliğine başlarken en az 250 gr. solucan gerekirmiş. Şu anda bol bol solucanı var ve isteyenlere kiloyla satıyor. Bazen, ‘insanlara bokumuzu satıyoruz’ diye kıs kıs gülüyordu.

Solucanların maaşallahı var. Mutfaktan gelen soya filizleri ve diğer artıklar da onlara afiyet.


İki hazne de dolduktan sonra, üzerine yenisi eklendikçe taşan sıvı, yüzey-altı su yatağına gidiyor. İki haznenin arasındaki ‘T’ bağlantısına ve isterseniz ikinci haznenin de çıkışına filtre takmakta fayda var, böylece yüzey-altı yatağa katı madde girmediğine emin olunur. (Yukarıdaki şemaya bakınız.)

Dikkatimizi en çok çeken şey, neredeyse hiç kötü koku duymamamızdı. Solucanlar işlerini çok güzel yapıyorlar. Chakra’nın en çok övündüğü şeylerden biri de buydu; ziyarete gelen herkese gösterip, ‘bakın koku da yok’ diyordu. Ama filtreyi kontrol etmek unutulduğu zaman, ara ara yaşanan küçük taşmalarda koku artıyor doğal olarak. Özellikle de çamaşır makinası çalıştığında!

Önemli noktalardan biri de şu; sistemi kurup kullanmaya başladıktan ancak bir süre sonra solucanları ekleyebiliyoruz. Beton septik tankını inşa ettikten hemen sonra solucanları  içine koyarsanız yaşamazlar. (Hem betonun yaydığı toksinler, hem de uygun koşulların henüz oluşmamasından.) Solucanların içinde yaşayacağı karbon (saman) katman çürümeye başladıktan sonra solucanlar eklenebilir.  

İkinci aşama, foseptikten çıkan suyun yüzey-altı yatağında bitkiler ve bakteriler tarafından havalandırılıp, temizlenmesi. Temelinde bir gri su yatağı yapmaktan çok farkı yok, ölçüler ve tasarım biraz farklı sadece. Hesaplamalar için bazı kurallar var. Eğer gri ve siyah su birlikte geliyor (dolayısıyla su miktarı artıyor) ise, o zaman kişi başı 3,5 m3; eğer gri su ayrı filtrelenecekse (su miktarı azaldığından), kişi başı 2 m3 kadar alan lazım. Bu hesapla, çakıl yatağının derinliği 80 cm, içerideki suyun seviyesi de 75 cm olmalı. (ölçülerde 5-10 cm kadar oynanabilir, fakat alan kısıtlaması varsa, derinliği biraz arttırarak yüzey alanı küçültülebilir) Yine de dikkat edilmesi gereken şey, su seviyesinin çakıl yüzeyden 5 cm kadar aşağıda kalması. Yani suyun üzerinde yaklaşık 5 cm kalınlığında kuru bir çakıl katmanı kalmalı ki insanlar suyla, su havayla, pis kokular da burnumuzla temas etmesin.

                                İki haftalık bir çakıl yatağı, bitkiler henüz genç


Önce bir çukur kazılıp su sızdırmayacak bir plastik örtü (geomembrane) serilir ve içi çakıl doldurulur. Ya da yine çatlamayacağına emin olunan bir beton havuz, veya su geçirmez bir kil tabaka olabilir. Bu sırada giriş ve çıkış boruları yerleştirilir, istenirse kontrol kapakları ve bir yağ kapanı da eklenir. Çakıl istenilen seviyeye geldiğinde bitki ekmeye hazırdır. Sistem çalışmaya başlayana kadar biraz zaman geçeceğini hatırlamak lazım.

Bu bir yavaş akım sistemi, yani su, inanılmaz bir yüzey alanı sağlayan çakıl yatağına girip yavaşlıyor, bitkiler ve sudaki mikroorganizmaların işbirliği sayesinde çeşitli kimyasal, fiziksel ve biyolojik işlemler ile beraber dinleniyor. Bu esnada bitkiler suya oksijen sağlıyor, aerobik ve anaerobik bakteriler, yosun ve mantar gibi organizmalar da sudaki artıkları besine çeviriyorlar.

Bunun için suyun bir süre bu yatakta beklemesi lazım. Bu yüzden çakıl yatağının su giriş ve çıkış boruları neredeyse aynı seviyede. (Hatta aynı seviyede de olabilir.) Yukarıdan su eklendikçe, ufak ufak taşıyor, yani yatay olarak ilerliyor. (Eğer kontrol kutusu kullanacaksanız, yukarıdaki yöntem de uygun.)


Çakıl yatağı için kişibaşı ortalama 2,5 m3 olarak da hesaplayabileceğimiz hacim boyu, tipik bir Batılı bireyin günlük ortalama 150 litre olan harcamasına göre düşünülmüştür. Gelişmiş Batı’nın dışına çıktığınızda, bu ortalama en az yarı yarıya azalıyor. Aslında, foseptik ve çakıl yatağının boyunu hesaplarken, maksimum insan sayısı ve su kullanımı üzerinden gitmek lazım ki taşma ihtimali olmasın. Sistem oturduktan sonra su girdisi azalsa bile çalışır.

Bu boyutlar ve hesaplar, bizim şu anda bulunduğumuz gibi ılık iklimlere göre düşünülmüştür; daha soğuk bölgelerin kış döneminde mikrobiyal ve bitkisel aktivite yavaşlayacağı için, burada verilen ölçümleri 2 veya 3 katı büyütmek gerekebilir. Özellikle Türkiye’nin serin ve soğuk bölgelerinde dikkate alınması ve başlamadan önce iyice araştırılması gereken bir husus.


Çakıl yatağından çıkan suyu değerlendirmenin, duruma ve tercihe göre farklı yolları var. Çoğu zaman sulama amaçlı kullanılır. (Ağaçlar, çalılar ve çiçekler.) Bu durumda, delikli borular içinde çakıl dolu bir kanala yönlendirilebilir. Bu su dezenfekte edilmediği için doğrudan temastan kaçınılmalı, sebze sulamada kullanılmamalıdır.

Chakra’nın evindeki çakıl yataklarından ikincisi ve tabi ki papaya.

Chakra’nın evinde ise önce küçük bir ördek havuzuna, oradan balık havuzuna dökülüyor. Hem ördekler, hem de balıklar ve kaplumbağalar oldukça sağlıklılar. Çakıl yatağında belirli oranda temizlenen su, ördek dışkılarıyla zenginleşip balıklara yemek de sağlıyor. Eğer çıkış bu şekilde balık havuzuna bağlanacaksa, o zaman siyah ve gri suyu bir arada kullanmak iyi olur, çünkü havuza bol miktarda su akmasını isteriz.

Dikkat etmek gereken bir nokta, yağmur suyunun çevrede birikerek çakıl yatağına dolmasına engel olmak.  Bu yüzden yatağın kenarlarını biraz yükseltmek iyi olabilir.

Eğer istenirse, özellikle de büyükçe sistemlerde, birden fazla çakıl yatağı arka arkaya kullanılabilir.

Dikilecek bitkiler, kökleri büyük ölçüde suyun içinde kalacağı için bol su seven, ve/veya suda çürümeye dayanıklı türler olmalı (yüzücü bitkiler, batık bitkiler ve köklü bitkiler olarak sınıflandırılabilir). Çünkü esasında fikir, bir yapay sulak alan (constructed wetland) oluşturmak. Kökleri 70 cm’e kadar inebilen otsu bitkilerin yanı sıra çiçekler ve hata ağaç bile dikebilirsiniz (meyve ağaçları dahil). Her iklimde bu iş için kullanılabilecek bitkiler var. Karşılaştığım makalelerde, Türkiye’de yapılan denemelerden aldığım bilgiyi aşağıya ekliyorum:

Su mercimeği (Lemna minor), Su sümbülü (Eichhornia crassipes), Su kamışı (Typha latifolia), Saz otu (Phragmites australis), Kofa (Juncus spp.), Hasır sazı (Scirpus spp.), Ayak otu (Cares spp.), Zakkum (Nerium oleander L.), Japon Şemsiyesi (Cyperus Alternatifolious L.), Batak otu, Su eğreltisi (mesela Azolla), Nilüfer (Nymphaea) ve istenirse Çoban püskülü (Ilex spp.) ile Söğüt (Salix). Canna gibi çiçekli bitkiler de ekilebilir.

Bunlardan en sık kullanılan Typha ve Phragmites’in epey istilacı türler olduğunu göz önüne almak lazım.


Bu sistemlerin suyu ne miktarda arıttığını detaylandırmak burada zor olur. Wikipedia’daki ‘constructed wetlands’ başlığı bilgilendirici. Kısaca, TSS ve TDS oranları %85-90’a varan ölçüde, fosfor ve azot %30-%60, foseptikteki BOD %90-95, toplam koliform bakteride %98-99 azalma var. Fakat bu su sterilize edilmediği için, yukarıda bir yerde bahsetmiştim sanırım, doğrudan temas edilmemesi tavsiye ediliyor.
Özellikle ev ölçeğindeki sistemlerde fosfor ve azot miktarını düşük tutmakta fayda var. Yemek atıklarını kompost yapmak ve az fosforlu deterjanlar kullanmak yardımcı olur.

İnternette yapay sulak alanlar ile ilgili bol bol bilgi var. Hatta çeşitli üniversitelerden yüksek lisans araştırmaları, çevre bakanlığının değerlendirme raporlarına da ulaşmak mümkün. İlgilenen olursa Google'da ufak bir aramayla birçok kaynağa ulaşılabileceğini söyleyebillirim. 


Umarım gerçek anlamda işe yarayacak bir belgeleme olmuştur, eğer eksik kaldığını, yanlış olduğunu veya ekleme yapılabileceğini düşündüğünüz noktalar varsa lütfen yazın. Hatta bu konuda birinci elden deneyimi olanlar varsa daha da iyi, bilgi paylaştıkça güzel.

Emre.